top of page

M.Ür.A.D. Seyir Defteri / Yazı-YORUM

PANDEMİ VE TEMASIN POLİTİKASI; NEO-LİBERAL EĞİTİM SENARYOSUNDA MİMARLIK OKULLARINA BİÇİLEN ROLE DAİR... 30 Mart 2021 (MO BÜLTENİ, Mimarlara Mektup, N.266, s.13-15 yayınlanmıştır.) [PDF versiyonuna Yayınlar sekmesinden erişilebilir] Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) Pandemi döneminde mimarlık eğitimi alanı zorunluluktan ötürü kendini çevrimiçi veya uzaktan eğitim olarak tanımlanan bir formata büründürdü. Bu model, kimi mimarlık eğitimine dair toplantılarının da tema olarak belirlediği üzere ‘temassız eğitim’ olarak tanımlanmaya başladı. Bu terimin yaygınlaşması bir tesadüf değil kuşkusuz. Tıpkı pandemi tedbirlerinden en önemlisi olan ‘fiziksel mesafe’ yerine ‘sosyal mesafe’ teriminin dolaşıma sokulması gibi. Tüm bunlar, ortaya çıkan bu durumun yarattığı kaçırılmaz fırsat ile kitlelerin kamusal alanda tezahür edebilecek doğrudan diyaloğunu da kısıtlamaya yönelik bir erk refleksi olarak okunmalıdır. Aynı şekilde, temassız eğitimin “uzaktan eğitim” adı altında yeni bir model olarak kabulü meselesi de üniversitelerin her anlamda etkisiz hale getirilmesinde kullanılan bir başka erk aygıtıdır. Esasen olağanüstü ve zaruri koşulların getirdiği geçici bir model olarak algılanması gereken bu modelin ve ‘temassızlık’ olgusunun mimarlık eğitimi çevrelerince gereğinden fazla olumlanması, meşrulaştırılması ve neredeyse yüceltilmesine dair ifadeler, temassızlığa dayalı bir gelecek öngörüsü konularında endişeler uyandırıyor. Mimarlık eğitiminin hem emekçileri hem karar vericilerinin biraz fazla mı hızlı ve önden gittikleri sorusunu akıla getiriyor. Mimarlık eğitimi emekçilerinin özverili çabalarının kıymetini teslim ederek bir tarafa koyarken, eğitim politikalarında uzun süredir gözlenen çözünmenin sadece bu olağanüstü günlerdeki yeni tezahürü olan ‘temassızlık’ olgusunun da, eğitimin yozlaşmasına ve daha büyük politik ajandalara alet edilmesine dair sürdürmemiz gereken mücadele aksını yeniden üretirken ıskalanmaması gerektiğini hatırlamamızda fayda var. Pandemi, tarihteki emsallerine benzer şekilde seyrini sürdürmekteyse de bu salgın da elbet ve er-geç bitecek. Tarihteki tüm salgınlarda olduğu gibi. Biyolojik, sosyolojik ve ontolojik kökenleri neredeyse çok az değişmiş olan insanoğlu çok sayıda ve türlü felaketleri geçirdikten sonra yine olağan işleyişine dönegelmiş, doğasında olan toplumsal kolektif hayatlarına dönmüşlerdir. Şu sıralar Avrupa’nın Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkelerinin çeşitli kentlerinde, hükümetlerin aldıkları kısıtlama tedbirleriyle ilgili baş gösteren protesto ve direnişler bu salgın bahane edilerek uzun vadede özgürlükleri kısıtlayıcı tedbirler alan iktidar ve hükümetlerin kararlarının, bunun farkına varan kitlelerce reddedilme girişimleridir. Yine, pandemi tedbirleri sırasında #evdekal etiketiyle birlikte kullanılan ‘hayat eve sığar’ sloganı bu anlamda oldukça çarpıcıdır. Halbuki hayatın eve sığmayacağı gün gibi aşikardır. Kamusal alanı yok etmenin, toplumsal etkileşimi, siyasi bilinci ortadan kaldırarak insanları gönüllü bir tutsaklığa ikna etmenin çok güzel bir mazereti haline gelmiştir salgın. Mevcut erk sistemi için şimdiki mesele bunun nasıl kalıcı kılınacağına dair her zaman olduğu gibi şık gerekçeler hazırlamaktır. Aynı şekilde çevrimiçi hayat ve uzaktan eğitim (ve özellikle bunun ‘yeni normal’ olarak tanımlanıp sürdürülme çabası) da özellikle üniversitelerin, bilim ve düşünce üretme, bilgiyi sorgulama, eleştirel akıl, kolektif emek ve bunlarla oluşabilecek toplumsal gücü etkisiz kılmak ve bu kez eğitim camiasını gönüllü bir tutsaklığa ikna etmek için çok uygun bir erk aygıtı olarak belirmektedir. Bu gelişmelere politika, biyo-politika ve temas kavramları arasındaki ilişkiler bağlamında bakıldığında, medya, özellikle de pandemi ile tümüyle ön plana geçen ‘yeni medya’, toplumsal düzeni sadece yasal düzenlemelerle değil kitlesel etkileşim ile de biçimlendirilmeye, koşullandırılmaya ve oldukça stratejik yöntemlerle de manipüle etmeye başlamıştır. Dolayısıyla, ‘temassızlık’ meselesinin gündeme oturması ne bir tesadüftür ne de pandemiyle ilgili sıradan bir konudur. Temas politik bir meseledir ve temassız yaşam öngörüsü kesinlikle politik bir ajanda barındırmaktadır. Eğitim, tarih boyunca politikanın en önemli enstrümanı olmuştur. Her politik düzen mevcut eğitim sistemini değiştirir, her politik amaçlı grup kendi okullarını kurar. Bu artık organik bir bağdır. Eğitim ve onu eşi aydınlanma düşüncesi, 1970lerdeki petrol krizinden başlayarak ve 1989’da Sovyet Bloku’nun gücünü yitirip, 1990’larda liberal ekonomilerin hız kazanışından itibaren Descartes’cı rasyonalizmden, Hegel’ci diyalektikten, Tafuri’ci eleştirel akıldan hızla uzaklaştırılmaya çalışılmış, daha çok Deleuze’cü, Debord’cu bir liberal, gevşek, muğlak, her şeyin olağan, her şeyin mubah olduğu bir ‘öğretilmiş çaresizliğe’ (ve hatta bundan haz duymaya) dayalı bir düşünce zeminine çekilmiştir. Dolayısıyla, hızla köleleştiğimiz ve robotlaştığımız bir yaşamın, sorgulamadığımız, sadece olabildiğince tükettiğimiz, eleştirmediğimiz, sunulan minik konforlarla oyalandığımız, uslu bir sistem insanı olursak ulaşmamıza izin verilen avantajlarının ve erdemlerinin bize her kanaldan empoze edildiği, büyük kitlelerin yaşam koşulları konusunda kaygılanmayı bıraktığımız bir düşünce zemini aşamalı olarak hâkim kılınmıştır. Bu düşünce zemini gündelik hayatı ele geçirirken stratejik olarak eğitim kurumlarına da zerk edilmiştir. Özellikle eğitim dünyamızda ve akademide yaklaşık son 15-20 yıldır görülen yaygın bir hastalık olan ‘herşeyi olumlama ve meşrulaştırma’, ‘sürekli bir uyum sağlama’ dürtüsü, bu tür sistemik bir aşılamanın sonuçları olarak karşımızdadır. Dolayısıyla uzaktan veya çevrimiçi ya da temassız eğitimi pandemi sonrası için de formüle etmeye yönelik tartışmalar da farkında olmadan insanların temasını kalıcı olarak kesme girişimlerine ‘yeni normal’ ve ona uyum gibi şık bir ad altında çanak tutmak, onu olumlamak, meşrulaştırmak ve erdem atfederek yüceltmekten başka bir şey değildir. Zaten, üniversite artık kıymeti kendinden menkul bir sistem, herhangi bir işyeri gibi içerisinde kariyer yapılan bir kurum haline gelmiş durumdadır. Üniversite mensupları da birer ‘kariyer erbabı’, eskiden akademi dediğimiz üniversite ise bir memuriyet konumundadır. Akademik özne artık “üniversite niye vardır?” gibi bazı temel varoluşsal soruları kasten es geçen, kendi meşruiyetini temelinden dinamitlemekten çekinmeyen, eleştirel akıldan bilerek uzaklaşan, soru sormaktan çekinmenin ötesinde artık onu gerekli dahi görmeyen bir kurumsal (yani corporate) çalışandır. Akademik özne kapitalist bir öznedir artık. Ve bu, Türkiye’ye özgü değil küresel bir eğilimdir ve sebebi mevcut düzene gönüllü teslimiyetdir. Üstelik, Mimarlık ve mimarlık eğitimi zaman zaman trend belirleyicilerce gündeme sokulan çeşitli kavramların peşine takılmış, ve bugün mimarlık ve mimarlık hatta tüm tasarım eğitimini içinde bulunduğu açmaza sürüklemiştir. Bugünkü ‘mimarlık eğitimi’ epeydir hayattan, gerçeklikten çok uzak hale gelmişken, ‘eğitimde yenilikler’ furyası bu kez de ‘pandemi’ etiketiyle ve ‘temassızlık’ mottosuyla devam etmektedir. Bugün itibarıyla pandemi ve mimarlık eğitimi konulu seminerler verenler prestij kazanmış, pandemi ve mimarlık konulu makaleler artmış, dergi yayın sıralarında bu makaleler öne geçmiş, akademik kariyer basamaklarında yükselme konusunda avantajlar dahi sağlamıştır. Bunlar doğaldır ve kendi başına da sorunlu olmayabilir doğrusu. Ancak biraz önce belirtilen ve mimarlığın doğasında genetiğinde bulunan TEMAS olgusunu da tümüyle ortadan kaldıracak bu yeni furya, mimarlık mesleğinin kendi topuğuna kurşun sıkması anlamına gelecektir. Kültürümüzdeki ‘durumdan vazife çıkarmak’ deyimi, ‘işgüzar’ tabiri ve ‘kraldan fazla kralcı olma’ ifadeleri bizim bu küresel eğilime zaten meyilli olduğumuzu gösteriyor. En popüler sosyalleşme ortamımızı da temsil eden futbol alanında da olduğu gibi, bir tür coşkulu amigo, hatta holigan taraftar misali körü-körüne tutunduğumuz şeyleri savunmak toplumsal genetiğimizde yatıyor olabilir. Kaldı ki son dönemlerde akademinin ve akademisyenlerin durumu bu basit sosyolojik tutumdan öteye geçmiş ve ‘katiline âşık olma’ olarak özetlenebilecek olan ‘stockholm sendromu’ belirtileri göstermeye başlamıştır. Temassız-uzaktan-çevrimiçi eğitimi bir yeni yaşam modeli haline getirmek de bu tür bir ‘durumdan vazife çıkarma’ eylemi, bir tür işgüzarlık, amigoluk olarak okunabilir. Ama bunun sonuçta bizlerin hayatına mal olabilecek bir ‘stockholm sendromu’ olduğunu da görmek gerekiyor. Literatürde de yer alan ‘kullanışlı ahmak’ terimi (useful idiot) ilk kez Sovyet Rusya’da söylemleriyle istemeden sosyalizme hizmet eden Avrupa’lı liberal aydınlar için kullanılan ve çok basitçe ‘farkında olmadan karşıt görüşe hizmet etmek’ anlamına gelen bir ifadedir ve çoğunlukla siyaset alanında kullanılır. Günümüzün sözde aydınları ve akademisyenler için son zamanlarda da sıklıkla kullanılır hale gelmiş ve gündelik basına dahi yansımıştır. Öyle sanırım ki bir süre sonra ve (umarım olmaz ama) eğer gerçekleştiği takdirde, orta vadede dahi yarattığı sorunlar ortaya çıktıkça, vaktiyle çevrimiçi-temassız bir yaşam ve eğitim öngörüsüne hizmet edenler de bu terimle anılacaklardır. Uzaktan eğitim meselesindeki en temel politik boyut da pandeminin körüklediği bariz sınıfsal ayrışmadır. Çevrimiçi bir hayatın devamını öngörmek de bu sınıfsal kutuplaşma ve çatışmanın sürmesi anlamına gelmektedir ne yazık ki. Bu meşrulaştırılmaya çalışılan yeni normal ayrıca, değil tüm çocuklarına bilgisayar alabilmek, evine tek bir bilgisayar dahi sokamayacak ebeveynlerin, internet erişiminin olmadığı yerleşim yerlerinde oturan, olsa dahi elektrik ve internet faturalarını ödeyemeyecek ama çocuklarını okutmak için yanıp tutuşan milyonlarca anne-babaların geleceğe dair umutlarını ve çocuklarının eğitim fırsatlarını daha da çok ellerinden almak demektir de aynı zamanda. Evde interneti kesildiği için köşe başındaki pastanenin kablosuz ağından faydalanarak pastane gürültüsü içinde dahi olsa çocuğunu derse sokabilmek için art arda çay söylemek zorunda kalan anneler, ekranda uyuyakalan çocuklar, aynı evdeki kardeşlerinin ders seslerinden kendi hocasını duyamayan çocuklar, ekranda kimi arkadaşları ve hatta hocaları çerezlerini atıştırırken evinin durumunu göstermekten çekindiğinden ekran açamayan gençler uzaktan eğitimin gerçek ve çıplak yüzüdür. Toplumsal her yapıda olduğu gibi, özellikle eğitim alanında, ve bilhassa da mimarlık eğitimi alanında fiziken birlikte olmanın sağladığı karşılıklı enerji transferinin, birliktelikten ve kolektif üretim ile kolektif paylaşımdan doğacak sinerjinin mimarlık eğitiminin kalbinde yattığı gerçeğini, eğitim emekçileri ve eğitimin bu ölçekteki karar vericileri olarak bizler unutamayız veya göz ardı edemeyiz. Bu enerji ve sinerji döngüsü, hayatta birey değil ancak toplum olarak varolunabileceğini öğrencilerinin genetiğine doğrudan ve dolaylı olarak formatlayan bir eğitim olarak mimarlığın politik yanını da ihtiva eder. Aktif katılımlarla, tartışmalarla, katılımcı ve eleştirel bir topluluğun toplumsal hayatın özü olduğunu öğrencilerinin iliklerine işleyen mimarlık eğitimi düpedüz politiktir. Buna karşın, bugün, ekranındaki insan suretleri önünde pasifize olmuş, 4 duvar arasına sıkışmış bir ‘yeni normal düzen’ öğrencisi ise toplumun siyasal dinamiklerinden yoksun, bireyci, bencil, vahşi, acımasız, insana temastan yoksun, bambaşka ve hatta tehlikeli bir politik varlık olmaya adaydır. Salgın sonrası öngörülen ve bizlerin de farkında olmadan katkıda bulunacağı çevrimiçi ‘yeni normal’ yaşam projesi, bir yanda evinde kalabilme lüksüne sahip, steril, hijyenik elit bir tasarımcı zümresi, diğer yanda ise o yalıtılmış bir sanal alemde hazırlanan çizimleri, projeleri hayata geçirecek, ve evde kalma seçeneği dahi olmayan, hayatlarını salgın tehlikesi altında toplu ulaşım araçlarında, fabrikalarda, madenlerde kalabalıklar içerisinde sürdürmek zorunda olan bir emekçi zümresinin olduğu katı, sınıfsal bir ayırımı içkin olarak barındırır. Bilgisayara, akıllı telefona, internete, sağlıklı bir çalışma mekanına, yüzyüzeyken okul labaratuvarlarında lisanslı olarak yüklü olan ama kendi bilgisayarında bu çizim programlarına erişemeyen öğrenciler demektir temassız yeni normal. Bu siyasal ve toplumsal yarılma zaten 19. Yüzyıl Endüstri Devriminden bu yana süren, giderek şiddetlenen ve toplumun evrimi gereği yıkılmakta olduğu günlerin beklendiği bir çatışma zeminiyken, bu yarılmanın kapanması bir yana, polarize edilmiş sınıfların, kökten birbirinden kopmasının yolunu açacak bu tür yeni kutuplaşmalar dünyanın ihtiyacı olan en son şey olsa gerek. İhtiyaç duyulan yeni düzen, salgının teşvik ettiği izole bir ‘yeni normal’ değil, tüm kutuplaşmaların sınıfsallaşmaların sömürülerin ortadan kalkacağı yeni bir kolektif toplumsal düzen olsa gerek. Mimarlığı ve eğitimini, mimarın da bizzat içinde bulunması gereken kolektif üretimden, emekten, işçiden, ustadan, imalat atölyesinden, marangozdan, demirciden, camcıdan, şantiyeden koparmak ne kadar mümkündür ve ne derece doğrudur? Ayrıca bu çevrimiçi yaşam öngörüsü mesleğimizin özünde yatan bu içkin temasa dair hafızayı da ortadan silme potansiyeli barındıran bir girişimdir. Stüdyolardaki yaşamı, atölyelerdeki talaş ve tutkal kokusunu unutturmak bu mesleğe ne kadar revadır? Çok yakın zamana kadar mimarlık eğitiminin uygulamadan ne kadar kopuk olduğundan şikâyet eden bizlerin, bugün temassızlığın gelecekteki erdemlerine övgüler düzmeye meyilli oluşumuz bu hafızanın eğer sağlam bir duruş geliştirilmez ise ne kadar kolay ve çabuk hafızalardan silinebileceğine dair bir gösterge niteliğinde. Yine daha düne kadar öğrencileri grup çalışmalarına teşvik ederken, zaten bireysellik üzerine bir ortamda yetişen bu çocukların grup çalışmalarındaki yetersizliklerinden dem vururken, şimdi herkesin kendi masasında ve ekranında hapsolduğu bir dünyayı onlara layık görmek ne kadar ahlakidir? Ayrıca ailesinden ayrı bir şahsiyet kazanmasının en önemli fırsatı ve mecrası olan üniversite öğrenciliğini, yine ebeveynlerinin dizi dibinde, her hareketlerinin, derslerinin, hocalarıyla iletişiminin bu ebeveynlerce sürekli denetlendiği hissinin hâkim olduğu bir ortamı onlara layık görmek ve buradan özgüvenli, bireysel ve toplumsal sorumluluklarına sahip meslek insanları yetişeceğini ummak, saflık değilse de nasıl bir naifliktir? Dolayısıyla temassız bir eğitime dayalı çevrimiçi bir yeni normal düzen öngörmek, bunu oluşturmak, geliştirmek, sürdürmek, desteklemek, hem insanlığın varoluşunun, hem akademinin hem de mimarlık mesleğinin özüne ihanetten ibarettir. Salgın’ın kendisi ve ‘salgın söylemleri’ arasındaki farkın unutulmaması, bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesi ve kendi alanlarımızda da bunların ayrı ele alınması gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Yine, endişe ve tahayyül arasındaki farkı vurgulayıp Ulrich Beck’in Risk Toplumu kitabında vurguladığı ‘endişe ortaklığı’ olgusu ve Iain Wilkinson’un Endişe Toplumu’nda odaklandığı veya Heinz Bude’nin Korku Toplumu kitabında değindiği korku ve endişe unsurlarıyla kurulan tahakkümün norm olarak kabullenilmesi, David Lyon’un Gözetleme Toplumu kitabında belirttiği ve ta 1970’lerde Foucoult’un uyardığı Panoptikon’un bir toplum modeli olarak artık kurumsallaşmasına yol açtığını anımsamak gerekir. Bugün farkında olmadan içine sürüklendiğimiz o çevrimiçi hayat öngörüsü de bizi çok daha karanlık senaryolara taşıyacak bir başka ‘endişeyi kalıcı bir tahayyüle dönüştürme’ pratiğinden başka bir şey değildir. Salgına dair çözüm odaklı çalışmaların değeri kuşkusuz çok fazla ama bu endişelerin gelecek tahayyüllerimizi biçimlendirmesi, üstelik bu yönde yapısal tedbirler almaya kalkışılması ise kendi distopyamızı kendimizin inşa etmesi doğrultusunda oldukça problemli bir tutum ve girişimler bütünüdür. Unutmamalıdır ki tüm distopya literatüründe (edebiyat, sinema vs.) kurulan o distopik otokratik düzenler kitlelerin kendi rızalarıyla, hatta gönüllü katılımıyla oluşmuş ancak sonra bireylerine zulüm edilen düzenekler haline gelmişlerdir. Bu yüzdendir ki bu sıradışı ve geçici durumun adeta yeni bir eğitim modeli olarak ele alınması, tescillenmesi ve kurumsallaşması yönünde bir yaklaşımla değil… bu yenilikçi bir dönüşüm değildir, bir gelecek öngörüsü olamaz. Çünkü; Hayat eve SIĞMAZ, aynı şekilde de mimarlık eğitimi de çevrimiçi mecralara ve 2 boyutlu monitörlere SIĞDIRILAMAZ ve insanla, hayatla, maddeyle temastan KOPARILAMAZ…

KEŞKE…; AMA ARTIK İÇİ DE VAR…! 20 Şubat 2022 (İÇ MİMARLIK YETKİ DÜZENLEMESİ TARTIŞMASI – ÖZEL DOSYA – MO. DOSYA DERGİSİ (Mart/Nisan 2022) İÇİN {talep üzerine} GÖRÜŞ/YORUM) (Yayınlanmamasına karar verildi..?) Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) Ocak 2022 tarihinde gündeme gelen ve mimarlarla iç mimarları karşı karşıya getiren yasal / yönetsel düzenleme önerisiyle ortaya çıkan kutuplaşmayı, yüzleşmeyi ve çatışmayı öngörmek çok da zor değildi. Nitekim, 2021 yılının Ocak ayında yayınlanan İçten İçe; Mimarlıkta ‘İç’ Meselesinin Ekonomi-Politik Serüveni adlı kitabımda, mimarlıkta iç-dış yarılmasının tarihsel, ideolojik ve mantıksal sürecini incelemiş ve olası senaryoları yazmıştım. Buradaki kelime sınırı nedeniyle çok indirgemeci ve maalesef kaba biçimde basitleştirmek zorunda kaldığım kitaptaki argümanlarımı özetleyeyim; İnsanlığın barınma-yerleşim tarihindeki (kölelik, feodalizm, emperyalizm vs. gibi) kritik totaliter politik kırılma noktalarında (ve önemli refah dengesizlikleri, ekonomik krizler, savaşlar gibi dönemeçlerde), mimarlıkta iç-dış ayrılmasının küçük denemelerine rastlanır. Diyalektik perspektiften bakıldığında bu evrimsel sürecin günümüzdeki aşaması olan kapitalizmle de bu ayrışma, bir yarılma düzeyine kaçınılmaz olarak ulaşmıştır. Yapı ve emlak endüstrilerinin kurallarını kabul eden mimarlık disiplininin, yapının kabuğuna yönelmesiyle mekânın insana dokunan boyutunu terk etmesi sonucu bu vakumu doldurmaya talip olarak doğan iç mimarlık disiplininin gelişme sürecine tanık oluyoruz. Bu disiplin, özellikle de önemli tarihsel dönemeçlerden sonra beliren, ‘domino evi’, ‘dekore edilmiş barınak’, ‘ikonik mimari’ gibi kavramlarla yelpazenin (dış) ucuna itilen mimarlık karşısında diyalektiğin temel prensiplerince konumunu doğal olarak güçlendirmiştir. Bulunulan pozisyonlardan çıkılıp, büyük resme nesnel olarak bakılabildiğinde, aynı kapitalizmin yükseldiği 19. Yüzyılda mimarlığın inşaat mühendisliği disiplini içinden kopuşuna benzer şekilde, iç mimarlık mesleğinin de kendi varlığını tescil ettiği görülebilir. Mimarlığın, vaktiyle (sözde / söylemde olmasa da gerçek pratikte) hizmetkarı (hatta bayraktarı) olmayı kabul ettiği kapitalist sistemin ve onun aygıtı olan emlak-inşaat sektörü mekanizmasının doğal sonucu olan bu ayrışmadan bugün (kendi çıkarına dokununca) şikâyet etmesini anlamlandırmak, ancak (her ne kadar kuramsal olarak başka türlü süslense de) ‘pasta paylaşımı’ meselesi ile mümkündür. Mimarlığın içi-dışı olmaz söylemi, politik kırılmalar öncesi kadim zamanlara dair bir hikayeler ağının artık ne yazık ki ufalanan bir alt metnidir. Bu çok gecikmiş tartışmayı açma fırsatı yaratan sözkonusu yasal düzenleme önerisi de, bu yitik hikayeye hala tutunmak isteyen, yıllardır görmezden geldiği için de hazırlıksız yakalanan mimarlığın, canhıraş çırpınışı ile sancılı, öfkeli ve şiddetli bir tepkisine yol açmıştır. Medyadaki güncel ekonomi tartışmalarında çok bariz konuları açıklamak için özellikle Prof.Dr. Ö.Demirtaş’ın kullandığı ve artık klişeleşen tabirle ‘Keşke yanılsaydım ama’; mimarlığın artık içi de dışı da vardır… TSMD’nin ve MO’nın paylaştığı açıklama metinleri, ne yazık ki tüm mimarları Mimar Sinan ile, tüm yapıları da Süleymaniye ile günümüzü de bu örneğin dayandığı 16. Yüzyıl imparatorluk koşullarıyla kıyaslayacak kadar bir çaresizlik, tutarsızlık ve panik izlenimi vermiş ve saygın örgütlerimiz olan TSMD’nin ve MO’nın nezdinde ifade bulan mimarlığın kendi argüman zafiyetini talihsizce ortaya sermiştir. Her ortamda adem-i merkeziyetçiliği, kolektif üretimi, müşterekleri, dayanışmayı vs. savunan mimarlık camiamızın, konu kendine gelince başka uzmanlıklara ancak ve ancak kendi müellifliği (yani iktidarı) ‘altında’, hak tanıyan, ‘izin veren’ çifte tutumu, kamusal alan mücadelesi konusunda çok güvendiğimiz mimarlık meslek örgütlerimizin samimiyetini, inanılırlığını ve güvenilirliğini sorgulatma tehlikesi barındırır. Gerçek düşman iç mimarlar değil; sistemin ta kendisidir… Bu vesileyle, sistemle gerektiği gibi mücadele etmeyi göze alamayan orta sınıfların kendi içinde birbirine düşmesine tanık oluyoruz. Ne yazıktır ki o çok önemsenen bina yapma yetkisi, çok yakında, şu an küçücük bir iş kalemi için birbirine kılıç çekecek hale gelebilen taraflardan hiçbirine kalmayacaktır. Artık çok kapsamlı bir geçmişi olan iç mimarlığın, kurumsallaşmasını tamamlamasının, mimarların bu sürece ‘olumlu’ katkısının vakti çoktan gelmiştir; bu tahakkümünden vazgeçmek anlamına gelse dahi…

KURBANLIK KONUT...! 10 Eylül 2024 [konut tasarlanamayan bir stüdyo gününün ardından...] (Arredamento Mimarlik v.366, s.108-110 yayınlanmıştır. PDF versiyonu Yayınlar sekmesinde bulunabilir) Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) Yapılı çevrenin büyük bir çoğunluğunu kapsamasına rağmen “konut” olgusunun, (azımsanmayacak bir süredir) tasarım açısından kimin ilgi veya sorumluluk alanında olduğu sorusu, zihnimizi zaman zaman meşgul etse de bunun yanıtını pek vermek istemeyiz. Çünkü bu sorunun gerçek cevabının ve bu cevabın arka planının bizi biraz rahatsız edebileceğini içten içe biliriz. Konut üretiminin çok büyük bir bölümü merkezi ve yerel yönetimlerin (yönlendirici veya iştirakçi oluşumlarının) kurumsal şemsiyesi altında, belirli ve az sayıda emlak ve inşaat tekellerinin oluşturduğu konsorsiyumlarca yapılmakta1. Görünüşte devlet organlarının konut atılımları olarak lanse edilen bu kitlesel üretimin sonuç ürünlerinin, bu tekellere önemli rantlar kazandırırken sadece belli bir kesimin erişebildiği ve tartışılır niteliklerine rağmen fahiş fiyatlarla edinilebilecek “yaşam kapsülü kümelenmeleri” olduğunu alenen gözleriz. Böylesine anonim kullanıcıya ve şablon tüketime yönelik bir süreçte de tektipleştirilmiş ancak (çoğunlukla da dış) imgelemiyle marka (değişim) değeri atfedilen türde bir konut ürününde, mekâna dair kaygıların yer alması pek beklenmez doğrusu. O halde, mimarlık ve mimarlar konut üretiminin neresinde ve ne kadar yer almaktadır? Emlak oyununun (ve oyunu kurgulayanların) belirlediği süreçler ve çerçeveler kapsamında2, mimarlar sürecin en sonunda ve sadece pişmiş aşın çeşnisini kontrol eden bir aktör (hatta figüran) olarak yer alırlar. Çok yakında (özellikle de teknolojik mimarlık enstrümanlarının çok hızlı gelişmesiyle) bu figüranlara da gerek kalmayacağını tahmin etmek zor değil. Peki, bunun nedeni nedir? Cevabı oldukça basit: Artık “mimarın yapıları, konutları, çevrelerini ya da dış mekanlarını; kullanıcılar, geniş kitleler ve kamu için tasarladığı” gibi yüce bir yalana gerek kalmamıştır. O sözde etik kamuflajlı aşama çoktan geçilmiştir. Yapı endüstrisinin her zaman daha da fazla verimlilik, emlak endüstrisininse sürekli spekülatif rant yaratılmasına yönelik talepleriyle fütursuzca türeyegelen yaşam kapsülü yığınları artık durmaksızın ve sorgusuz sualsiz etrafımızı kuşatabilmekte. O halde mimarlığın o epik ve lirik “kamu yararı için tasarım” söylemine de hiç ihtiyaç yoktur. Konut, mevcut yeni dünya düzeninin mekansallaşma anlatısına kurban verilmiştir. Daha önce kolektif bir faaliyetken, mimar gibi bir aracı-yetkiliye devredilerek ilk kez adak olarak verilen konut üretimi, bu kez de aracısız ve kalıcı olarak kurban edilmiştir. Kendi ellerimizle feda ettiğimiz bir öz evlat olarak dilden dile aktarılacak eski bir hikaye halini almak üzeredir. Burada, tüm inanç sistemlerinde, “kutsal varsayılana itaat ve fedakarlığın önemi ve değeri” anlatısını güçlendirmek üzere karşımıza çıkan Hz. İbrahim’in küçük oğlu İshak’ı (Tevrat’takinin aksine kimi İslami kaynaklara göre de büyük oğlu İsmail’i ve Hıristiyanlıkta Tanrı’nın oğlu İsa’yı insanlık için) kurban etmesi hikayeleri akla geliyor. Bu hikayelerin, konutun mimarlık tarafından “yeni bir (ekonomik) inanç sistemi” için kurban edilmesi hikayesine benzer yönleri var kuşkusuz. Denebilir ki yeni kutsalımız haline getirilen Neoliberalizm’in yüce güçleri, sadakatini ispatlaması için Mimar’dan (ve mimarlıktan) öz evladı olan konutu kurban etmesini istemiş ve bu fedakarlık karşısında ödüllendirileceğini vadetmişlerdir. Nitekim öyle de olmuştur. Hz. İbrahim’in hikayesindekinin aksine öz evladın kurban edilmesine izin verilmiş ama bunun karşılığında bir teselli ve/veya telafi ödülü sunulmuştur. Hz. İbrahim’in hikayesinde evladını katletmesine razı gelmeyen merhametli Tanrı ve onun elçi kıldığı Cebrail’in görevini üstlenen emlak ve inşaat endüstrisinin (bu kez) acımasız yatırımcı kurmayları ve mimarlık camiasının belagat sahibi kanaat önderleri, kurban edilecek bir koyun (veya koç) yerine, tükettikçe kendiliğinden çoğalacak alengirli bina türleri sunmuşlardır sadık ve fedakar Mimar’a. Adeta kurbanlık koyunlarınki gibi, derisi (kabuğu) defalarca yüzülebilecek, çeşitli şekillerde yeniden yoğurulup biçimleniverecek yepyeni oyuncaklar yollanmıştır sadakatini kanıtlayan Mimar’a: Kültür merkezleri, alışveriş merkezleri, ulaşım transfer merkezleri, turizm merkezleri, ziyaretçi merkezleri, iş merkezleri, kuleler, gökdelenler vs. Bunlarla maharetle oynamaya başlayan Mimar, sisteme inancın, itaatin ve hizmetin örnek bir neferi olarak neredeyse neoliberalizmin azizleri mertebesine yükselmeye başlamıştır. Konut tasarımı gibi çok da pirim getirmeyen bir mecrada; insan hayatı, onun çeşitliliği, zenginliği, karmaşası, insanlık kültürü, gelenekler, birikimler, tipolojiler, kolektif dinamikler, toplumsal düzen - mekansal düzen bağıntıları, kamusal hayat, mekansal hak, mekansal adalet, iç mekan - dış mekan ilişkileri, insan algı ve duyuları, mekan psikolojisi, renk, doku, malzeme vb. birçok karmaşıklıkla başetmeye çalışmaktansa, yeni vadedilen ikonik yapılarda rekabetçi becerilerini göstermeye çabalamak daha cazipti mimar için. İnsanları bugün içine hapsedildikleri “bir koridora dizili odalar” kısır-döngüsünden çıkarıp onlara yaşanabilir mekansal çevreler sunmak için onca araştırmaya, etüde, gayrete değer miydi hiç? Hele ki birkaç kabuk ve form numarasıyla dikkat çekip medyatik bir başarıyla sistemde öne çıkmak, sahne ışıkları altında parlamak ve sırtı sıvazlanmak varken. Tabii ki bu uğurda konut kolaylıkla gözden çıkarılabilir bir oyuncaktı mimarlık için. Daha “kutsal” bir dava için kolayca kurban edilebilir bir unsurdu. Tüketim, gösteri ve gerçek-ötesi toplumunun mimari meşgaleleri de bu tür akrobasi-dostu yeni yapı türlerine odaklanmalıydı zaten. Konut gibi sıradan insanlara ve onların gündelik hayatlarına yönelik basit bir işle koskoca mimarlar uğraşacak değildi herhalde. Sistem hazretleri bu “vasat” nitelikli bina edimini kendi başına (geliştirdiği bina endüstrisinin ürün ve teknikleriyle) kolayca halledebilirdi, mimarların o güzel ve yaratıcı kafalarını bu dünyevi işlerle yormalarına hiç gerek yoktu. Onlar daha yüce bir iş için görevlendirilmiş ve bu doğrultuda göz kamaştırıcı vaatlere mazhar olmuşlardı. Tanrı’nın konumuna göz diken en üst düzey yönetimler, Cebrail’in yerine geçen yapılı çevre melekleri aracılığıyla, mimarın veya kamu adına konut üretebilecek oluşumların elinden alınıveren konut yerine, kurbanlık bir koyun yollamadıkları gibi, üstüne bir de “kurbanlık konut” imalatını, satışını ve işletmesini tekeline alan oluşumların ürettiği yaşam kapsülü istiflerine yoğun talep gösterecek, bunlar için astronomik bedelleri (gerekirse boğazına kadar ve ömür boyu borçlanarak) ödeyecek itaatkar sürüler veya her tür medyayla formatlanmış hipnotize kitleler yollamışlardır. Bu paralize kitleler için konut, bir yaşam mekânı olmaktan artık tümüyle çıkmış, satın alırken birkaç sene sonra emtia değeri olarak ne kadar pirim yapacağı hesaplanarak edinilen bir meta nesnesi haline gelmiştir. Ne var ki konut meselesi hakkında ustaca kitleselleştirilmiş bu salt ekonomik dürtü de yeni tanrılar için tatmin edici olmamıştır. Artık neredeyse kutsanmış Neoliberal kentleşme politikalarının önemli manivelalarından olan kentsel dönüşümün itibarlı melekleri aracılığıyla, Tanrı’nın itaat etmeyenlere yönelik bir gazabı olan deprem korkusunu da her fırsatta ruhlara işleyerek3, konut konusundaki tüm iradeyi TOKİ gibi merkezi ve yerel belediyelerin KİPTAŞ vs. gibi iştirakleri vasıtasıyla (tek)ellerine almayı başarmışlardır. Tam bu sırada mimarlık okullarında da konut tasarımı gündemden neredeyse tamamen düşürülmüş ve itibarsızlaştırılmıştır. Söz konusu ortamda, zaten kötü fiziki çevrelerde yaşayıp yetişegelen yeni nesil mimar adayları, bu konuya dair duyarlılık geliştirme potansiyellerini de daha oluşmadan yitirmeye başlarlar. Konutun yapısal ve materyal boyutlarına dair bilgi ve bilinç eksikliklerini bir an için bir kenara bırakalım. Konut tarihi ve evrimine dair bilgi külliyatından haberdar olunmaması problemini de gözardı edelim. Fakat, stüdyolarda kentsel tasarım problemleri kapsamında ve ölçeğinde ele alınan konut kitlelerinin (diploma projeleri düzeyinde dahi), yaşam alanlarında doğal ışık ve hava ihtiyaçlarının belirlediği derinlik ölçülerinden bihaber, “imkânsız” sketchup blokları halinde bilinçsizce tasarlanmakta olduğunu görüyoruz. Mimar adayı hasbelkader bu kitlelerin iç ölçeğine girdiğinde ise tasarımlar, “büyük prizma içinde koridora dizili küçük prizmalar” tipolojisinin ve bu planimetrinin sefertası mantığı ile 3. boyutta tekrarının hastalıklı ve orantısız bir karikatürize versiyonuna evrilmekte. Sonuç olarak konut tasarımına dair büyük bir mimari kifayetsizlik dalga dalga yayılıyor. Ne var ki daha yüce güncel, popüler kavramlar ve söylemler dile getirebilen mimar adaylarının bu halleri, eğitim kadrolarınca ciddi bir sorun olarak görülmüyor. Zira mimarlık entelijansiyasına göre konut artık mimarlığın olsa olsa çok tali ve eskimiş bir konusudur. Konut tasarlamak mimarlık okullarında küçümsenir hale gelmiştir. Çünkü konut tasarımı çoktan başka ellere taşere edilmiş durumdadır. Oysa dünyanın (özellikle de sosyal devlet sistemini önemli ölçüde sürdüren ülkelerin) köklü mimarlık okullarında konut hala ciddiyetle ele alınan, hatta diploma projesi düzeyinde kapsamlıca çalışılan bir mimarlık meselesi. Çünkü buralardaki mimar adayları konutu kamusal bir hizmet olarak kavrayan bir sistemin çarklarında yer alacak, kitleleri hiçe sayan bir kapsüller yığını endüstrisinde değil. Mevcut ekonominin dinamiklerine kamu yararı ilkelerine göre müdahale edilebildiği bir düzenekte, mimarların konut mekan ve çevrelerini mimarca insancıllaştırmalarına olanak tanıyan bir sistemde varolmak üzere yetişmekteler, “piyasanın gereği neyse o yapılır, mimara da buna imza atmak düşer” diyen “kraldan fazla kralcı” bir ortamda değil. Son kertede, mimarlığın kadim kökenlerinde yer alan barınma meselesinin tam da özü olan konut, geçtiğimiz 20 yılda artan bir ivmeyle mimari bir konu olmaktan çıkarılarak konut üretme tekelleri olan kurumların keyfiyetine bırakılmış durumdadır. Böylece, bugün karşımıza Fikirtepe, Zeytinburnu, Ataşehir, Kağıthane vb. sayısız facia ortaya çıkmakta. Ne var ki bu insanlık dışı yerleşkelerin alıcısı olabilecek hevesli kitlelerin de çoktan üretilmiş olduğunu görüyoruz. Mevcut ekonomik inanç sistemimiz de güya talep üzerinden şekillendiğinden konutu arz edenler kısmında da bu dip dalgaya müdahale etmeye çalışacak bir babayiğit çıkmamalıdır ki çıkmaz da zaten. Çünkü Hz. Mimar kendisine, camiasına vadedilen bereket ve nimetler karşılığında evladını kurban edeli çok olmuştur. İlginçtir ki hikayenin Tevrat’taki versiyonunda İbrahim de, Tanrı ile olan anlaşmasına, ilk olarak evini terk etmeyi, kendisine ve soyuna verilmesi vadedilen yeni bir ülkeye seyahat etmeyi kabul ederek başlar; yani oğlundan önce evini, yuvasını kurban eder. Tıpkı Mimar’ın “konut” konusundaki tavizi ile çoktan yaptığı gibi. Dolaysıyla kartopu olarak başlayan sorun bugün Fikirtepeler ölçeğinde bir çığa dönüşür. Tüm kamusal alanları, orman alanlarını, deprem toplanma alanlarını, kıyı şeritlerini, tersaneleri, dere yataklarını, tarihi dokuları doldurur, yıkar, geçer. “Sarı öküzü vermeyecektik” demek için artık çok geçtir. Konutun, ticari bir meta değil temel bir kamu hizmeti, insanlığın temel barınma hakkının mekansal karşılığı olduğunun unutulmuş / unutturulmuş olması, ekonomi-politik bir tercihin sonucudur ve de her gün karşımıza şu veya bu şekilde çıkan ciddi bir kitlesel adaletsizlik ve mağduriyet doğurmaktadır. Bu aleni tuhaflık ve teslimiyet kasıtlı olarak kitlelerin gözünde normalleştirilmiş, meşrulaştırılmış ve normlaştırılmıştır. Kurban etme ritüeli amacına ulaşmış ve yeni kutsala bağlılık kemikleştirilmiştir. Bu büyük ve nedeni apaçık soruna yönelik sözde çözümler ise, problemin temel kaynağını oluşturan bu dar kıskacın içerisinde arandığından, gerçek ve köklü bir değişim yaratmaktan uzaktır. Oysaki konutun tekrar bir kamu hizmeti olduğunun hatırlanarak bu yönde yapılacak yasal ve ekonomik düzenlemelerle “konut sorunu” şemsiyesi altındaki tüm sorunları (konut açığı, evsiz sayısı ve boş ev sayısı çelişkisi, sosyal konut-lüks konut dengesizliği, konut sağlıksızlığı, fahiş kira ve konut bedelleri, konut tektipleşmesi, konut çevreleri niteliksizleşmesi vb.) kolayca ve mimarca çözmek mümkündür. Ancak mevcut durumda bu tür bir yaklaşım asla istenmez ve bu yöndeki tüm önerilerin olanaksızlığı üzerine sayısız kompleks argüman ve retorik üretilir. Konuta dair bugün söyleyecek sözü, üretecek fikri, çalışacak hevesi/azmi, yenilik yaratacak coşkusu, araştıracak ilgisi, birikimin derinliğini kavrayacak sabrı, yorumlayacak muhakeme yeteneği kalmayan mimarlık ortamı, bu işi sermaye açısından zaten son derece verimli bir şekilde üreten mekanizmaya gönül rızası ve iç huzuruyla terketmiştir. Teoloji literatüründe İbrahim’in öyküsünün, bir kişinin Tanrı’yı memnun etmek için ne kadar ileri gitmeye razı olduğunu örneklemesi gibi, mimarlığın konutu yeni düzene kurban etmesi de mimarların sisteme itaat için neleri feda edebileceğinin bir göstergesidir. Peki mimarlık, konutun kendi meselesi ve konut üretiminin bir kamu hizmeti olduğu gerçeğini, kendisinin de aslen kamuya hizmet etmesi gerektiğini bir gün hatırlamak zorunda kalacak mıdır? Tahmin etmek bugünkü sisli ve karanlık ortamda kolay görünmüyor. *** Notlar: 1 Ali Ender Ulusoy, “Türkiye’de Konut Politikaları: Tarihsel Süreç ve Aktörlerin Rolü”, Kamu Yönetimi ve Politikaları Dergisi, 1/3, 2020, s. 87-123; Emin Yılmaz, “Konut Sorunu ve Toplu Konut Üretiminde Toki’nin ve Belediyelerin Rolü”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 3/7, 2016, s. 31-50; Semra Purkis, “İstanbul’da İnşaat Odaklı Birikimin Durdurulamayan Yükselişi: Konut Fazlasına Karşın Artan Konut Açığı”, Mülkiye Dergisi, 40/4, 2016, s. 91-111; Havva Ezgi Doğru, Çılgın Projelerin Ötesinde: TOKİ, Devlet ve Sermaye, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021. 2 Murat Çetin, Şahlar, Piyonlar ve (Meta)Kent; Totaliter Siyasetin Oyun Tahtası Olarak ‘Buharlaştırılan’ Kent Mekânı, Nika Yayınevi, Ankara, 2024. 3 Naomi Klein, Şok Doktrini; Felaket Kapitalizminin Yükselişi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010

MİMARLIĞIN ADALETLE NE İLGİSİ Mİ VAR...??! 17 Nisan 2025 [Bir tahliye haberi sonrası ve bir diğer duruşma gününün ardından... mimar dostlara ince bir sitem...] Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) Bu soruyu (yani ‘mimarlığın adalet, siyaset, ideoloji ile ne alakası olduğu’ sorusunu) arada sırada duyup, pek çoğunda da irkilenlerimiz olmuştur. Bu soru, irkilen dinleyiciler açısından çok istisnai, hatta çok marjinal bir soru olarak, hatta kimisi için de oldukça bilgisiz / bilinçsiz / duyarsız bir tekil zihnin şuursuzca seslendirilmiş hali olarak algılanıp burun kıvırılan, bazen bu alakanın ne olduğuna dair özet açıklamalarla ve sabırla cevaplanan fakat bu açıklamaların da soruyu soran için yeterli olmadığının anlaşılarak ya en baştan ya da diyaloğun kısa bir süre sonrasında (mecbur kalınarak veya tercih edilerek) cevapsız bırakılan bir sorudur. Oysa bu soru, oldukça kadim bir ‘düşünceler ve tavırlar ormanı’ içinde yer alan, çok eski ve derin köklere sahip, çevresindeki bitkilere zarar vererek tüm ormanı kuşatabilen bir ağacın, her yeni tomurcuklanmasında çevreye saçtığı ve saçacağı, ne yazık ki iyimser veya yorgun görevlilerin gereken müdahaleyi yapmadığından dolayı hızla yayılagelen habis tohumlarından biridir. Bu kritik soruya gerekli tepkiyi göstermek, müdahaleyi yapabilmek ve “Mimarlığın adaletle ne ilgisi mi var...? Şu ilgisi var, gel de anlatayım ben sana...! ” diyerek bu basit görünüşlü sorunun dayandığı o derin ve tehlikeli yapıyı hiç de küçümsemeden ve fakat ondan da çekinmeden, bu habis düşüncenin derin köklerine ve genetik kökenine inmek gerekiyor. Bu gereklilik doğrultusunda, aynı hastalıklı düşünce ve tavır soyağacının, etrafımızda sıkça rastlayageldiğimiz birkaç temel söyleminden örneklerle başlayalım; “Biz mimarız, işimizi doğru yapalım yeter; siyasetle, adalet mücadelesiyle, eylemlerle, protestolarla, boykotlarla ne ilgimiz var Allah aşkına...? ” “Mimarlık bir bina yapma işi, politikayla, ideolojiyle ne ilgisi var Allah aşkına...?” “Yav, zaten mimarlığın 60-70’lerdeki gibi toplumu biçimlendirme gibi bir gücü veya rolü aslında yok... hele şimdi hiç yok... sonuçta işverenin şekillendirdiği bir süreçte teknik ve biraz da estetik rol oynayan bir aktördür mimar... O yüzden mimarlığın toplumcu idealizm ile ne alakası var Allah aşkına...? ” “Mimarlık özünde her tür işverene hizmet etmek zorunda olan, bu yüzden de her kesime eşit mesafede durması gereken, zaten bir mimar hizmet etmese bir başkasının bu hizmeti vereceği, o nedenle de hiç değilse ‘daha duyarlı’ bir kesimimizin bu hizmeti vermesinin daha bile iyi olacağı bir mesleki faaliyet... O yüzden mimarların belirli ideolojilere tavır almasının ne alakası var Allah aşkına...? ” “Bir meslek kuruluşu olan, bizim aidatlarla mesleki sorunlarımızı çözsün diye üye olduğumuz mimarlar odamızın, başka işi yokmuş gibi artarda basın açıklamalarıyla, sürekli idarelere veya özel şirketlere açılan hukuki davalarla, iktidarlara sürekli muhalefet etmekle ne ilgisi var Allah aşkına...?” Bu sorular (soruyu soran faillerinin bilinç derecesinden ve derin {iyi} niyetlerinden bağımsız olarak), özünde aynı sorunlu düşüncenin ortak genetik yapısına karşılık gelirler. Tüm bu sorular, (soruyu {şu veya bu tür niyet, motivasyon, düşünce ve hislerle} soranlar farkında olsalar da olmasalar da) şu anlama gelirler; “Mimarlığın asal meselesi olan mekânın, her tür adaletin (gelir/vergi, gelir dağılımı, mekânsal, hukuksal, sağlık, eğitim, barınma vs. adaletlerinin) tezahüründe, hem temel ve doğrudan bir araç, bir ana-mecra, bir baş-enstrüman hem de baş-gösterge, dolayımsız-sonuç ve bu bariz adaletsizlik tezahürünün aynası olduğunu gündeme ve dile getirmeye hiç gerek yoktur. Çünkü bu, meslek olarak en ön saflarda hizmet ettiğimiz, sorumlusu ve parçası olduğumuz (ama vicdanımızı öldürmek, felç ettirmek, körleştirmek, sağırlaştırmak ve dilsizleştirmek suretiyle bu sorumluluktan kaçtığımız, olup biteni inkâr ettiğimiz ve sorumuluğumuzun getirdiği yükümlülükten ve bedelden kaçtığımızı itiraftan dahi kaçındığımız) bu adaletsizlikten, şu veya bu şekilde, az ya da çok nemalanan, bu adaletsizliği ‘mekânda’ ve ‘mekân ile’ yaratan, bazılarımızın itaatle ve takiyeyle biat ettiği bu büyük düzeneğe çomak sokulması anlamına gelir. Bu büyük emlak ve inşaat spekülasyonu düzeneğine sokulacak en ufak çomağın yaratacağı en küçük aksama ise benim konfor bölgemde büyük kayıplara yıkımlara yol açar. Bu yüzden, böylesi bir doğrultuya yönelebilecek her tür yolun taşlarını döşeme ihtimali olan {hak, adalet, ideoloji, siyaset, kamu, emek, sınıf, eylem, tavır vs.} kavramları, ya teknik bir inşa ve parasal bir yatırım meselesi, ya yasal-yönetmeliksel bir bürokrasi konusu veya popülist felsefe ve kültür ürünü olarak görülmesini, kavranmasını, tartışılmasını ve bu şekilde yürütülmesini tercih ettiğimiz mimarlıktan, kesinlikle uzak tutalım...!”. Diğer bir deyişle ve özetle, mimarlığın, ekonomik ve siyasal güç sahiplerinden oluşan bir azınlığın arzuları, çıkarları doğrultusunda biçimlenen, ama bu mimarlık aracılığıyla oluşturulan mekânların asıl kullanıcısı, gerçek muhatabı olan geniş insan kitlelerinin hiç umursanmadığı teknik bir işe ve burada karar verici, erk sahibi seçkinlerin zevklerini tatmin etmeye odaklı estetik bir meşgaleye dönüştürüldüğü bir anlayışa karşılık gelir bu soru ağacı. Bilinçli veya bilinçsiz de olsa, bu hastalıklı [soru] ağacının ortak genetik kavram diziliminden türemiş soruları soran kişilerin genel bir panoramasına göz atmak ve buradan da bazı profil kategorileri çıkartmak olası. Kabaca şu tür bir sınıflandırma yapabilirim örneğin; •“Mimarlığın adaletle, siyasetle ne alakası var?” düşüncesini (bu kavramların kendi mesleki faaliyetinin odağını oluşturan ‘mekân’ olgusuyla bağını ve bizzat şekillendirdiği mekânın da adaletin, ideolojik mücadelenin tecellisi için temel mecra olduğunu bilemeyecek, göremeyecek ve daha da üzücüsü bu bağlantıyı öğrenemeyecek kadar zihinsel muhakeme yeteneğinden mahrum olduğu için) ‘alenen’ (daha doğrusu körü körüne) ve ‘[cahil] cesaret{iy}le’ beyan edenler, •“Mimarlığın adaletle, siyasetle ne alakası var?” düşüncesini (bu kavramlar gündelik çıkarlarına ters düştüğü için) ‘alenen’ ve (biraz da adalet odaklı siyasetin karşı kutbuna yaranabilmek ve o kutbun türevi olan rant çevrelerine göz kırptığını da gösterebilmek için) ‘[girişimci] cesaret{iy}le’ beyan edebilenler, •“Mimarlığın adaletle, siyasetle ne alakası var?” düşüncesini alenen beyan etmeye (şu veya bu sebeple) çekinenler; mevcut düzenden nemalanmayı uman ama bir yandan da kurulu düzenin karşı mahallesinde hâkim kültürel hegemonyaya da yaranmaya veya ters düşmemeye çabaladığından ötürü bu düşünceyi biraz yumuşatarak, hafifleterek, muğlaklaştırarak, deforme ederek, süsleyerek, ama sonuçta içini boşaltıp zayıflatarak (sinsice) ifade edenler, •Mimarlığın hakla hukukla, kamuyla, kamu yararıyla, hatta ‘halkla bile’ (‘bile’ diyorum çünkü bu gruptakilerin neredeyse tamamı kamuyla veya toplumla halkın aynı şey olduğunu zannettiklerinden aslında yanlışlıkla “halk” derler) doğrudan ve çok ilgisi olduğunu sıkça dile getirerek entelektüel ve görünürde muhalif çevrelerde kabul ve itibar görmeye çalışanlar, •Mimarlığın hakla hukukla, kamuyla, kamu yararıyla, hatta ‘halkla bile’ doğrudan ve çok ilgisi olduğunu (sosyal medya vs. ortamlarda ve mesleki etkinliklerde) sıkça ve yüksek sesle dile getirirken, eşzamanlı olarak da bu söylemleriyle çelişik davranışlar sergileyenler; savunduğu söylemlerin dayandığı temel politik ve ideolojik görüşlerin ve ilkesel tutumun gereği olarak üzerine düşen muhalif olma, protesto etme, eylemsellik görevlerini (fiilen yerine getirmediğinden) bu tür görünür bir sözel aktivizm ile telafi ederek sözde-‘entelektüel’ camiada pozisyonlarını kaybetmemeye çalışanlar, •Mimarlığın işverenden çok kullanıcıya, kamuya ve hatta halka yönelik bir meslek ve faaliyet olduğunu çok ikna edici bir şekilde ve yüksek perdeden dile getirdiği halde, sessizce ve çoğunlukla gizlice işveren çıkarını önceleyen, bu uğurda her tür usulsüzlüğü yaptığı gibi, mesleki uygulamaları da kamu yararının ve halkın zararına işleyen şahsi faaliyetlerinin üzerini bu söylemsellikle örtmeye, onları etkileyici bir kamuflaj ile saklamaya çalışanlar, •Mimarlığın kamuyla, kamu yararıyla, kullanıcıyla, toplumla, halkla, adaletle, eşitlikle, insani kavram ve değerlerle, etikle doğrudan ilgisini ağzından düşürmeyen, duyarlı, aktif ve muhalif görünümünden ödün vermemeye çalışan fakat güncel, popüler (ama bakıldığında arkasında önemli haksızlıklar ve adaletsizlikler barındıran) faaliyetlerden de geri durmayan ve aslen eleştirdiği, muhalif olarak karşısında olması gereken bu popülist adaletsizliklere karşı tutarsız tavır sergileyenler, ve bu tutarsızlıklarının farkında dahi olmayanlar, •Mimarlığın kamuyla, kamu yararıyla, kullanıcıyla, toplumla, halkla, adaletle, eşitlikle, insani kavram ve değerlerle, etikle doğrudan ilgisini ağzından düşürmeyen, duyarlı, aktif ve muhalif görünümünden ödün vermemeye çalışan fakat gerçekten bir tavır takınılması gerektiğinde mutlak sessizliğe bürünenler (ki bunların bir de ortaya çıkan ve tavır gerektiren bir durumun diğer genel adaletsizliklerden farkını açıklamaya çalışarak, o adaletsizliği meşrulaştırmaya, olumlamaya gayret gösteren ileri sürüm versiyonları da bulunur), Bu görece farklı derecelerdeki tavırları sergilemek suretiyle, küçük burjuvazi mensupluğu veya lümpenlik arasında serbest salınan bu liberalist profiller; genel olarak, teslimiyetçi, konformist, oportünist, revizyonist, itaatkâr, biatkâr, riyakâr gibi alt kategorilerin biri veya birkaçında aynı anda yer alabilen, her duruma ve iklime çok kolay adapte olabilen, esnek karakterli aktörler olarak ortamlarda yer alırlar. Baştaki soruyu (veya versiyonlarını) sormak suretiyle de her şeyin olduğu gibi mimarlığın da hak ve adalet kavramlarıyla bağını zayıflatma misyonunu hayata geçiren ‘organik aydın’ (veya ‘kullanışlı ahmak’) pozisyonunu üstlenirler. Bu profiller, mekâna, kente yerleşim ve konut alanlarına, doğaya etki eden pek çok olguya en ufak bir şüpheyle bakma gereği duymazlar. Bu olguların arkasında herhangi bir adaletsizlik unsuru görme eğilimi, hatta arama dürtüsü bile göstermezler. İçlerinde, düşünme ve sorgulama melekelerini hala bir nebze de olsa muhafaza edenler de bu kısa düşünme faaliyetinden sonra, dağarcıklarına yüklenen ve vicdanlarını rahatlatacak bazı klişe kalıplara ulaşarak onları düşüncelerinin önüne koyarlar. Bu klişeler arasında; “kararlar verilmiş, yasalar çıkmış yürürlüğe girmiş, artık yapacak bir şey yok...!”, “nasılsa birileri yapacak, bari ben yapayım...!”, “yani aslında bunlar da gereklilik, vatandaşın (?!) bunlara ihtiyacı var, başka nasıl yapılacak bunlar...!”, “şöyle veya böyle, iyi veya kötü hizmet sağlıyorlar vatandaşa sonuçta...!” gibi ya da “amaan bana ne bunlardan yav, ben işime bakayım...!”, “”aaa öylemiymiş yav bak hiç farketmemiştim, hiç düşünmemiştim... neyse düzelir inşallah...” gibi cümleler en sık duyulan ve aynı profildekilerin birbirlerini olumlayıp meşrulaştırmaları ve tabi ki mekân aracılığıyla, (yani mimarlıkla) icra edilen adaletsizliklerin örtbas edilmesi için en geçerli cümlelerdir. Mevcut düzenleme ve uygulamasıyla kentsel dönüşümün; kamuya dönmeyen bir rant yaratılması, deprem korkusuyla dönüştürülmeye zorlanan apartmanlardaki kat maliklerinin belki on yıllarca emeklerinin birikimi olan konut birimi alanlarının bir kısmının gasp edilmesi (amiyane ama gerçek anlamıyla üzerine çökülmesi), kat maliklerinin haklarından zorla müteahhitlere mülk ve sermaye transferi mekanizması olarak tasarlandığının ve buradaki temel adaletsizliğin görülmesi istenmez. Kentsel dönüşümün hiç duraksamadan yeni imar rantları ve (yerli veya ultra-zengin ithal seçkinlere yönelik) lüks gayrimenkuller yaratabilmesi için, göz dikilen potansiyel alan ve mahallelere ‘Riskli Bölge/Alan’ (sözde-yasal) statüsü verilmesi suretiyle, bir dönem bu seçkinlerin fabrikaları için ucuz işçi emeği olarak barındırılması amacıyla oluşturulmuş yerleşim alanlarındaki bu yoksul sınıfların şimdi işleri (yani sömürülmeleri) bitince ‘tahliye edilerek’ (her tür güvenceden yoksun bir halde) kent çeperlerine sürülmesi ve yerlerine üst sınıf mensuplarının yerleştirilme adaletsizliğinin açığa çıkması da istenmez. Bu profilde yer alan kişiler/mimarlar, Kanal İstanbul hattı üzerinde imara açılan tarımsal ve sulak alanlarda ortaya çıkacak inşaatlara dair proje işlerinin; burada ucuza arsa kapatanlar lehine olağanüstü bir rant yaratılması, buna karşılık tüm İstanbul halkının ihtiyacı olan doğal kaynakların yok edilmesi üzerine kurulu bu mega emlak projesinin bir avuç Orta Doğu’lu zengin seçkinin lehine ve milyonlarca kentlinin aleyhine bir adaletsizlik olduğu gerçeğine gözlerini, kulaklarını kapatmak ister. 6 Şubat Maraş {ve Antakya} depremi sonrası (özellikle ve kasten körüklenen korku unsuruyla), ‘Rezerv Alan’ (sözde-yasal) düzenlemesi gibi mağdurların gayrimenkullerine hükümetçe el konulup bir kısmının taahhüdü gerçekleştirecek özel şirketlere transfer edilmesine olanak tanıyabilen, sözde-yasal ve aleni bir mekân gaspı yönteminin yol açtığı mekân adaletsizliğine sessiz kalırken, felaket bölgesinde yeni yaratılacak emlak rantından mimari projeler vasıtasıyla nemalanacak olan, ve ‘tasarım vakfı’ veya benzer sivil düşünce oluşumları vasıtasıyla, güya bu doğal felakete duyarlı ve seçkin bir uzman grup kisvesine bürünmüş ama aslen emlak ve inşaat tekellerine gayet şık bir kamuflaj altında hizmet eden bu tür mimarlar, buradaki bariz adaletsizliğin dile getirilmemesi için ellerinden geleni yaparlar. Deprem toplanma alanlarının neredeyse tamamının, (arka kapı imar anlaşmalarıyla ve oldu-bitti düzenlemeleriyle) AVM haline getirilmesi sırasında, kayak otellerinin kapasitelerinin (güvenlik ve altyapı gereklilikleri yerine getirilmeden) artırılması sırasında ses çıkarmayan (resmi kurumlarda ‘bir şekilde’ işlerini ‘hallettiren’) mimarlar, bir felaket (deprem, yangın, sel vs.) sırasında, buralarda insan kitlelerinin göz göre göre katliama maruz bırakılmasındaki büyük adaletsizliği bir şekilde içlerine sindirebilirler. 23 Nisan İstanbul depreminin hemen ardından ana akım medyada ortaya çıkan yaygaracı jeoloji uzman ve profesörlerinin yarattığı suni korku iklimi ve ekranlarda vileda saplarıyla işaret edilen PAY HATLARI (evet fay değil ‘pay’) ile hipnotize edilmiş ‘çaresiz’ halk tablosu karşısında, esasen arka planda korku ve felaket ekonomisinin yarattığı imar rantı pastasının (yaygaracı uzmanlar arasında da) ‘pay’ edildiğini görmezden gelip, kitlesel sağduyunun yitirilmesine vicdanları sızlamadan alet olabilirler. Haliç sahillerinin ve kamusallığının düpedüz katledilmesinde (Haliç-Port ve Galata-Port projeleriyle kamusal kıyı alanının {başta oteller ve Cruise / Yat Limanları işletmecileri ve kıyıya sıfır lüks konutlar olmak üzere} özel mülkiyete verilip, aşırı yüksek yoğunlukla işgal edilmesinde) baş aktör olan ve toplumun en elit tabakasından, seçkin bir aileden gelen bir star mimarın, yine aynı kıyının karşısında uzanan bir vakıf üniversitesinin Kıyı Mimarlığı Yüksek Lisans Programı’nın başına getirilerek (mimarlık aracılığıyla yürütülüp pazarlanan) bu aleni kamusal alan gaspının akademi eliyle meşrulaştırılması ve böylesi bir adaletsizliğin itibarlılaştırılması, aslen utanılacak bu ‘akademik’ girişimin tam tersine lansmanının yapılabiliyor olması, birkaç kişi dışında yadırganmaz, kınanmaz ve bir şekilde kabullenilir. Zaten uzun zamandır devam eden, kamusal mekânların büyük ölçüde (özellikle de özelleştirme, uzun süreli tahsis, devir vs. gibi yasal aygıtlarla) azaltılması, kamusal alanlara erişimlerinin özellikle de toplumun dar gelirli ve düşük sosyo-ekonomik kesimlerine kısıtlanması, bunlar da yetmezmiş gibi ağırlıklı olarak ‘güvenlik’ sözde-gerekçesi bahane edilerek kullanıma kapatılması suretiyle kamusallığın aşama aşama daraltılması gibi, kamuya karşı doğrudan uygulanan kentsel adaletsizlikler süreci, birkaç zayıf itiraz sesi dışında olağanlaştırılır bu profilde yer alan mimarlarca. Tüm bu adaletsizlikleri tek tek takip ederek gerekli hukuki mücadeleleri başlatan, yürüten; kamu yararını kollayan ve yapılı / fiziki çevreyi ilgilendiren tüm yasalar, yönetmelikler ve sair düzenlemelere karşı gerçekleşen ihlal uygulamalarını bir kamu gözcüsü (bir tür mekânsal adalet bekçisi) sorumluluğuyla ifşa eden (ve bu yüzden bazen {hatta artık sık sık} yöneticileri tehdit edilen, dava edilen veya gözaltına alınan, tutuklanan vs.) mimarlık meslek odaları, ne acıdır ki kendi mimar üyeleri (yine yukarıdaki profile mensup olanları) tarafından eleştirilerek yıpratılır, itibarsızlaştırılır ve zayıflatılır. Sayıları çok daha fazla artırılabilecek bu tür (adaletsizliği görmezden gelme ve onun ekmeğine yağ sürme) örneklerin ortak paydasının, ‘temel ve asgari ahlâk’ ile ilgili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadece buraya sığdırabildiğimiz bu en güncel, en yakın, en bilinen tutarsızlık ve çifte standart (ya da iki yüzlülük) örneklerini hatırlatarak bile, yukarıda profilleri çıkarılan o organik aydınlara, onları kanaat önderi konumunda görüp dinleyenlere / takip edenlere, ya da kafası karışıp ne yapacağını, neyi dinleyip neye inanacağını bilemeyenlere; “İşte tüm bunların hepsi ‘ADALET’...!” diyebiliriz. Evet, ‘adalet’... çok kullandığımız o kelime... belki de gerçekte bulmakta zorlandığımızdan ötürü çok sık kullanmak durumunda kaldığımız o kelime... haklıyı haksızdan somut olarak ayırmak ülküsünden uzaklaşıp, sanal ve soyut bir kavrama dönüşmek üzere olan bir kelime... çok kullanılmaktan içi boşaltılmış hale gelmek üzere olan bir kelime... başımıza gelmedikçe de anlamını gerçekten içselleştirebildiğimizin şüpheli olduğu bir kelime... O şık ve havalı ortamlarda, ‘entel’ sohbetlerde, akademik ve kültürel tartışmalarda, prestijli etkinliklerde dilimize pelesenk ettiğimiz ‘toplumsal duyarlılık/sorumluluk’, ‘kent hakkı’ ve ‘kentsel adalet’ gibi terim ve kavramlar, o ‘an’ (ortam veya çıkarlarımız) gerektirdiği için veya yine bir ‘anlık’ duygusallaştığımız için kullanıp, sonra da tam tersini yapabileceğimiz içi boş kelimeler değil. Her biri epey sorumluluklar, fedakarlıklar ve çabalar getiren, omuzlara, zihinlere, ruhlara ve vicdanlara çok ağır yükler yükleyen, pek çok kez bedeller ödeten, hayattaki varoluşu ve ona bakışı, ona karşı duruşu yeniden sorgulatacak güçlü kavramlar. Kuşkusuz herkesten hayatı yeniden sorgulayıp, bakışını ve duruşunu değiştirmesini, bedeller ödemesini bekleyemeyiz. Fakat hiç değilse, ağırlığının gerekliliklerini yerine getiremeyecekleri bu kavramları, bu kelimeleri, ‘ortamlarda’ sakız gibi çiğneyip atmamalarını bekleyebiliriz. Sol gösterip sağ vurmamalarını, takiye yapmamalarını veya riyakarlık etmemelerini bekleyip, en temel, en basit, minimum ahlak ve dürüstlük zeminine davet edebiliriz. Ama ne yazık ki düzenek, (eski tabirle müesses nizam) bizim bu iyi niyetli beklentimizle işlememekte. Mevcut mekanizmada, herhangi bir haksızlık ve adaletsizlik, yapılmadan çok önce, ona karşı yükselecek tepki ve muhalefetin önden absorbe edilebilmesi için, bu tür ‘ikili’ davranabilen (ve sistemin onlara vaat ettiği çıkarlar gereği otomatik olarak ‘öyle’ davranacağı garantili) bir toplumsal kesim, planlanarak, tasarlanarak, özenle oluşturulur. Bu kesim mensupları da bilerek ya da bilmeden bu kendilerine biçilen görevi (başarıyla) ifa ederler. Mimarlığın, özünde/sonuçta işverene bağlılığından ötürü toplumcu bir idealizm taşıyamayacağını, “toplumu biçimlendiremeyeceği” (dolayısıyla da siyasal veya ideolojik olamayacağı) savının nasıl bir safsata, nasıl bir manipülasyon ve nasıl bir karşı-taktik olduğunu görmemek artık mümkün değil. Her şey ayan-beyan ortada. Hem uzak hem yakın tarih toplumun ‘mekânla’ biçimlendirildiğini tescil etmiş durumda. Tüm totaliter rejimlerin ve diktatör liderlerin en başta mekân aracılığı ile; otokrasiyi, hegemonyayı, tahakküm ve kontrolü, zulmü ve sömürüyü tesis ettiğini, mekân inşasıyla bunları yaparken mekân yıkımlarıyla da kendi ideolojik ajandasının dışındaki ve karşısındaki ideolojilere dair mekânsal hafızayı sistematik biçimde yok etmeyi başardığını, neo-liberal mimarlığın kapitalist bir distopya yaratılmasındaki etkin rolünü, adaletsizliğin somutlaştırılması, cisimleştirilmesi, için mimarlığın en başat aygıt olduğunu hepimiz bilir, artık birebir içinde yaşar ve deneyimlerken, mimarlık ve toplumcu idealizm, hak, adalet kavramları arasındaki direkt bağı inkâr etme söylemleri ve beyhude yere gizleme çabaları artık sadece cahilliğin değil, basbayağı art niyetin veya işbirlikçiliğin göstergesi olabilir ancak. Nitekim, küçük burjuva ve prekarya kesiminin lümpen ve ‘kullanışlı aydın’ üyeleri kategorisine girdiğinden ötürü artık iliklerine kadar işlemiş olan ‘ılımlı-yapıcı’ görünümlü ve ‘entelektüel’ kaplamalı ‘neo-liberalist gevşeklik’ tavrı, mimarlığın adaletle doğrudan ilgisine dair bu yalın gerçeklikleri, kitlelere olduğundan başka türlü algılatabilmek için adeta bir illüzyonist gibi ardı ardına performanslar ve retorikler sergiler. Bilgiye ulaşma ve belagat becerilerini (kendilerinden zaten beklendiği üzere) kurnazca ve ustaca kullanarak, tüm adaletsizlikler üzerinde bir dezenformasyon bulutu, şüphe / şaibe spekülasyonu, kavramlar karmaşası yaratarak saf, katıksız adaletsizliği görünmez kılmaya çalıştıkları gibi, adaletsizlikle mekânsallığın doğrudan ilişkilerini de kopukmuş gibi göstermeyi gayet de iyi başarırlar bu ‘gevşek’ tavrın temsilcileri. Kültürel hiyerarşinin (ya da mimarlık entelejensiyasının) üst makamlarında bunlar olurken daha aşağıdaki sıradan kademelerinde ise (tabir caiz ise) başka bir şeyin ‘kafası’ yaşanır. Adalet ve hakların gaspı, ihlalleri bağlamında, ortamda (kelimenin tam anlamıyla) kıyametler koparken, sanki hiçbir şey olmuyormuşçasına, etrafımızda her şey normalmişçesine, toplumsal düzen ve demokratik haklar, adalet/yargı kurumsallaşması ve işleyişi adeta İskandinav normlarından da yukarıda seyrediyormuşçasına, kamudaki tüm etkili ve yetkili (ancak spekülatif rant projelerine karşı çıkarak görevlerini bu doğrultuda yapan) şehir planlamacı meslektaşları tutukluyken, sosyal medya hesaplarından gündelik (ve gündemin yüksek hararetinden ve hayatiyetinden bihaber, ya da bu sıradan gündeme tenezzül etmeyen) mimarlık paylaşımları yapan mutlu-mesut mimar ve (sözde) akademisyenleri görürüz ve şaşkınlıkla izleriz. Dolayısıyla, son kertede, mimarlığın adalet ile ilgisini yitirişinin müsebbibi mimarlığın kendisi değil, son dönemlerde mimarlığı ve mimarlık ortamını şekillendiren, ona dair algıyı etki altına alabilen, dolayısıyla da işleyişini yönlendirebilen mimarlık camiasının bir avuç ‘akil adam’ görünümlü popüler/medyatik (sözde) kanaat önderleri ve ne yazık ki (şu veya bu sebeple) onların, yani ruhunu şeytana satmış / bir süreliğine kiralamış bu mimarlık influencerlarının izinden gidenlerdir. Şimdi bu adalete sözde-duyarlı ve saygılı mimar camiasının etkili ve yetkili figürlerinin, önemli ve/veya kritik aktörlerinin, yakın gündemdeki oldukça bariz hak ihlalleri ve adaletsizlikler karşısında sergiledikleri duruşlardan (ya da durmak daha omurgalı canlılara özgü bir haslet olduğundan burada yumuşakçalara özgü ‘akışkanlaşma, kayganlaşma, yapışkanlaşma’ veya sürüngenlere özgü ‘sürünme’ terimlerini kullanarak) birkaç örneğe bakalım; Halkın; adalet, hak, hukuk, demokrasi arayışının sokaklara taştığı ve protesto gösterilerinin aylarca durmak bilmediği, ve bu isyana rağmen, pek çok gazetecinin, avukatın, şehir plancısının, mimarın, akademisyenin, öğrencinin, sanatçının, meslek odası üye ve idarecilerinin, sendika üye ve idarecilerinin, kamu kurumu bürokratlarının, hukuksuzca, adaletsizce, ardı ardına, üstlerine kapıların kilitlendiği, usulsüzce kimyasal silah kategorisine girebilecek gazların üzerlerine sıkılarak etkisiz hale getirildiği, usulsüz ve hukuksuzca dövüldüğü, yaralandığı, sakatlandığı, her tür kötü muameleye tabi tutulduğu, gözaltına alındığı, tutuklandığı, mahkum edildiği, ülke siyaset tarihinin en kritik, en dehşetle dolu ve belki de en utanç dolu günlerinden geçilirken; •Çok meşhur, oldukça yetkin ve sözde-saygın hatta güya-duyarlı, star mimarlarımızdan biri (aslında bunlar hiçbir zaman tek değildir), bir zamanlar çok saygın, kitlelerin taptığı ama son dönemde ruhunu şeytana sattığı iddia edilerek aşağılanan, ve yaptığı açıklamalar ve kimi olaylarda gösterdiği, bir zamanlardaki itibarını takındığı tavırlarıyla kendiliğinden yitirmiş arabesk müziğin krallarından birinin de, Yeşilçam sinemasının (bir vakitlerin) güzide isimlerinin de yer aldığı (ve tamamen yandaş, akil adam görünümlü ilkesiz insanların çeşitli türlerde menfaat veya görünür konum avantajları sağlamak üzere toplandığı) CB kültür politikaları kuruluna seçilip, daha önce çizdiği profil, durduğu konum gereği bu atanmayı reddetmesi beklenen sözde-saygın mimarın, sosyal medyasındaki acınası bir mazeret açıklamasıyla görevi kabul edip devam etmesi, •İBB, muhalif ilçe belediyelerinden bazıları ve yöneticilerine yönelik yargı operasyonları kapsamında kamusal mekân için ve kentteki mekânsal adalet için çaba sarf eden çok sayıda şehir plancısı uzman ve yöneticilerin tutuklanmasına birkaç sosyal medya paylaşımı dışında somut, fiziki mesleki bir tepki gösterilmemesi, •Çok bilindik, oldukça mülayim, epey ılımlı, son derece kibar ve güya pek sayılan-sevilen bir mimarlık dekanımızın, Türkiye’nin idari ve siyasi tarihine tuhaf bir ilk, hukuki bir skandal, ve aleni bir çifte standart olarak damga vuran İBB Başkanı’nın diploma iptaline (asıl ilgili ve yetkili dekanlık bu iptale imza atmayı reddetmiş ve ardından istifa ederek bir omurgalı duruş örneği göstermişken) imza atmak durumuna getirilen üniversite yönetim kurulunun bir üyesi olarak, en azından şerh notu düşerek diplomaya iptal oyu vermemesi beklenen bu ılımlı-medeni entelektüel mimar dekanın, bu hukuki skandala siyasi bir karar olduğunu bile bile imza atıp onay vermesi, •Bunun da ardından, daha önce öğretim üyesi olduğu üniversiteye öğrencilerce çağrılarak açıklama istendiğinde sergilediği acınası tavır ve öğrencilerce bir zamanlar parçası olduğu okuldan kovularak utanç içinde çıkmak durumunda kalması ama bu pozisyonda kalmaya da devam etmesi, •Çok kaliteli, yetkin mimarlardan oluşan Mimari Yarışmalar camiasının, bir zamanlar çok övdüğü, duyurduğu, davetler ederek örnek olması için yarışma hazırlık sürecini anlattırdığı, yarışma organizasyonunun başarısından ötürü ödüller verdiği ama düzenlendiğinden 6 yıl sonra başlayıp üzerine 4 yılı aşkındır (yani 10 yıldan fazla bir süre sonra) da ‘terör suçlamasıyla’ yargılanmakta olan (alternatif bir kentsel dönüşüm için fikir yarışması niteliğindeki) bir kentsel tasarım yarışmasına ve bu davada yargılanan, yine bu camia tarafından yarışmalar ortamına katkısından ötürü el üstünde tutulan bir jüri üyesine ve bu yarışmada raportörlerden biri olan bir ODTÜ Mimarlık Doktora öğrencisinin durumlarına karşı gösterdiği ilginç ‘sessizlik’... Bu manidar ‘sessizlik’ (birkaç istisnai, köklü ve ilkeli kurumun verdiği destek açıklamaları hariç), aslında söz konusu yarışmanın 15 Temmuz darbe girişiminden sonra OHAL ortamına girilmesi ve daha sonrasında bu ‘halin’ normlaşarak yasallaşması sürecinde hedefe konmasıyla başlamış, aynı yarışmanın tamamı mimar (çoğu da akademisyen mimar) olan; raportör, organizasyon komitesi veya jüri üyesi elemanları arasından toplam 4 kişinin 2016-2018 arasında birlikte ve ayrı ayrı arka-arkaya yargılanıp beraat etmelerine rağmen tekrar tekrar yargılanmaya çağrılmaları sürecinde pekişmişti. Her konuda, her fırsatta yazan, sosyal medyada paylaşım yapan, (normal zamanlardaki sohbetlerde kendi siyasi ve adalet duyarlılıklarından sıklıkla dem vuran) aktif mimar figürlerin, bu kritik ve çok somut (kendi çemberlerine epey yaklaşan) konular hakkında son ana kadar, işin rengi belli olana kadar ses dahi çıkarmayışları, tek satır yazı yazmayışları, paylaşım yapmayı kesmeleri ve sanki böylesi bir durum veya durumlar yokmuşçasına (penguen medyasına benzer şekilde) ya gündelik paylaşımlar yapmalarının, ya da (amiyane tabir ile) ölü taklidi yapmalarının artık şaşırtıcı olmaması da hazin bir gelişme. Tüm bu vakaların ve bunlar (yani haksızlıklar / adaletsizlikler) karşısında sergilenen duruşun (ya da sürünüşün), takınılan tavrın, temel ahlâk yoksunluğu ile açıklanabileceğini görüyoruz. Halbuki vaktiyle karşı çıkılmayan her adaletsizlik birikerek, şu an farkında olmasa da bir gün herkesin ta kendisine de dokunacak daha büyük ve belki de geri dönülmez bir adaletsizliği adım adım inşa ediyordu. Bu ‘adaletsiz’ gidişatı işaret eden meslektaşlar, o zamanlarda; fazla sivri, fazlaca muhalif, biraz sert, hatta nahoş ve tatsız bulunarak yalnızlaştırılmaya başlamıştı. Fısıltı gazetesi marifetiyle, bu kişilerin mesleki ve gündelik yaşamları da sosyo-ekonomik anlamda giderek daraltılmaya, kıskaca alınmaya başlamıştı. Çünkü dile getirilen gerçeklikler, başını kuma saplamayı tercih etmiş, üç maymunu oynamayı benimseyen, konfor alanlarını asla terk etmek istemeyen, bu konfor zonunu sağlayan işleyişin ahlâki, vicdani yükü ve sorumluluğu ile yüzleşmek dahi istemeyenler için oldukça rahatsız ediciydi muhakkak. Haliyle de, bu işleyişin yanlışlıklarını ortadan kaldırmaktansa, onları dile getirenleri (başta adaletsizlik, haksızlık olmak üzere) her tür taktiğe başvurarak bertaraf etmek daha kolaydı. Tıpkı bugünlerde bir skandal ortaya çıktığında şüphelilerden önce, kamuya bilgi verme vazifesini yerine getiren haberciler, muhabirler, kameramanlar, fotoğrafçılar, gazeteciler, yazı işleri müdürlerini derdest etmenin daha acil, daha önemli hale; olayı çözmekten veya sorumluları ortaya çıkarmaktansa, haberlere erişim engeli, sansür getirmenin daha kolay ve neredeyse olağan, rutin hale geldiği gibi. Adaletsizliğin ‘şüyuunun vukuundan beter olması’ durumu, her alan gibi {belli ki} mimarlık alanı için de geçerliydi. Adaletsizlik, o pek yüceltilmiş, seçkin, kaliteli mimarlık ortamımızda (usulca) icra edilebilirdi ama açık açık tartışılmasa çok iyi olurdu...! Bu hüzünlü resme bakınca insan karmaşık hisler içerisinde şunları düşünmeden edemiyor; Halk kitlelerinin ‘haksızlığa ve adaletsizliğe’ uğradığı çeşitli felaketlerde ve bu felaketlere yol açan kişi ve kurumlar hakkında (bu sorumlu kişi ve kuruluşlara karşı) açılan önemli kamu davalarında (Soma’da, Ermenek’te, Hendek’te, Çorlu’da, Aladağ’da, Antakya’da vs.), bu mağdur grupları gönüllü olarak büyük güçlere karşı yılmadan savunan ve tam bu yüzden de başka gerekçelerle mahkum edilen avukatlardan biri, bir akşamüstü sessiz sedasız tahliye edildiği ceza infaz kurumunun önünde dönüş için durakta otobüs beklerken tesadüfen görüldüğü halde yüzlerce insanın kucaklamasına, gözyaşlarına, başkalarına haber vererek mutluluklarını paylaşmalarına maruz kalırken, kendi mimarlığını kamu için yaptığını iddia eden {ve fakat bunu yaparak aslında} kendini emlak ve inşaat sektörüne pazarlayan bir mimarın, bu tür samimi bir muamele, ilgi, coşku ve sevgiyle karşılanması mümkün değildir. Zaten O’nun, halk adına hukuk ve adalet mücadelesi veren o avukatın yaşadıklarını yaşaması da, başına benzer şeyler gelmesi de mümkün değildir. Ne yazık ki (örneğin) Antakya halkı, avukat(lar)ını, kendileri için büyük güç odaklarına karşı, bilâbedel ve kıyasıya mücadele eden can dostları olarak minnetle / hayranlıkla hatırlarken, mimar(lar)ını ise kendilerinin zeytinliklerini inşaat taahhüt kartellerine teslim etmek üzere ‘tasarım vakıfları’ gibi saygın etiketler, tabelalar ve onların kapalı kapıları arkasında pasta payı pazarlıkları yapan (ama televizyon röportajlarında “Antakya halkının yaralarını sarmasına ‘ortak akılla’ çalıştıklarını” söyleyecek kadar iki yüzlü) havalı sanatçı-iş bitiriciler olarak (ve kim bilir hangi hislerle) anacaktır. Ama keşke halkın gönlünde taht kurmuş avukatları olduğu gibi, halkın gözünde saygı duyulup, kalbinde yer edebilecek mimarları da olabilse, hiç değilse bundan sonra. Kim bilir..? Belki bir gün...! Bu rüyanın gerçekleşmesinin yolu, öncelikle bu genel ahlâk erozyonuna temelde neden olan ekonomik, politik, sosyal toplumsal düzenin sorgulanması ve değiştirilmesine yönelik bir yeni toplumsal anlatı ve uzlaşının oluşturulmaya başlanmasından geçiyor. Mimarlık alanına bakıldığında da (hemen her alanda olduğu gibi), sorunun özünde bir pasta paylaşımının yol açtığı bir yozlaşmadan kaynaklandığını görebiliriz. Mimarlığın (ve tabi her tür üretim faaliyetinin) sermayeye dayalı bir edim olmaktan, daha çok gayrimenkul edinmeye çalışan ve bu uğurda kamuya ait mekânsal dağılıma adaletsiz bir şekilde müdahale eden bir zümreye daha çok proje çizerek kendi geçimini sağlayabilmek durumunda kalınmasından kurtarılması, mimarlıkla adaletin bağlarını yeniden görünür ve işler kılmak için temel bir gereklilik. Mevcut hastalıklı durumdan çıkılması için, mimarlığı ‘bina yapıp para kazanma’ işi olmanın ötesine taşıyabilmek gerekir ki bu da sosyal devlet ve sosyal hizmet anlayışı ile mümkündür. Serbest ve vahşi piyasa dinamiklerinin, mekânsallaşmanın (dolayısıyla mimarlığın) koşullarını ve gidişatını belirlediği toplumsal sözleşmeyle, her alanda olduğu gibi fiziki çevrede de adalet kavramının tümden yitirilmesinin önüne geçmenin yolunun, sadece ‘kamu odaklı bir mekânsallaşma zihniyeti’ ve politikasının tesis edilmesine bağlı olduğu artık gün gibi açığa çıkmıştır. Mekânsallaşmanın tamamen kamusal bir mesele ve barınmanın temel bir kamusal (ve insani) hak olduğu; kamu kaynaklarıyla, kamu kurumları tarafından, kamu yararı doğrultusunda yürütülmesi gereken bir faaliyet olduğu, mekânsallaşmaya dair fikri emeğin (yani mimarlık mesleğinin) de kamu hizmeti olarak kavranıp o şekilde icra edilmeye başlanması da bu gerekliliğin bir devamı. Bu gereklilik de hak ve adalet kavramları üzerine kurulu bir ekonomi-politik düzenekle mümkün. O zaman ve o düzenekte “adaletin mimarlıkla ne ilgisi var..?” gibi tuhaf bir sorunun ortaya çıkmayacağı da aşikâr. Oysa bugünün ortamında, yozlaşmaya, iki yüzlüleşmeye, çifte standartlı olmaya itilen (yani sadece itildiklerini düşünmek istiyoruz...) mimarların sergilediği tablonun, içinde adalete dair en ufak bir iz barındırmadığını söylemek yanlış olmaz. Bu tabloyu oluşturan tavır ve davranışlar yelpazesi neleri barındırır diye bir bakacak olursak: •Çalıştırdığı mimar elemanın, ödenmediğinde büro muhasebesine katkıda bulunacağı bariz olan fazla mesai ödemesinin ve sosyal güvenlik haklarının düzenli ve tam öden(me)mesinden, yeni bir otel inşaat alanı çıkarmak üzere girişildiği belli orman kundaklanmalarında ve sonrasında buralarda yapılacak proje işlerine karşı gösterilen etik tavıra; •Kentsel dönüşümde müteahhitlere olabildiğince rant veya inşai avantaj sağlamak üzere mevcut kat maliklerinin mağduriyetine yol açacak proje ve tasarım kararları vermekten, ‘rezerv alan’ kararlarıyla hakları gasp edilen çok sayıdaki hak sahiplerinin mülklerinin transfer edildiği bir avuç müteahhitlere bu gaspı somutlaştıracak projeler çizmeye; •(Bir yandan yeni proje işleri çıkaracağı ve dolayısıyla maddi kazanç kaynağı yaratacağı bariz olan ama diğer yandan da büyük adaletsizlikler ve mağduriyetler doğuracağı da aşikâr olan) imar hakları artışlarından, imar aflarına yönelik projeler hazırlamaktan, kamu ve hazine arazilerinin imara açılarak rant yaratılmasıyla ortaya çıkan yeni mimari işlerde yer almaya; •Tarım ve orman alanlarının imara açılmasıyla inşa edilecek yeni binaların projelerini çizmekten, HES’lere teknik katkıda bulunmaya; •Kamusal alanlardan alınarak özelleştirilen Cruise limanlarında oluşacak yeni ticari mekanların projelerini hazırlamaktan, ayrıcalıklı port komplekslerinin planlanmasına katkıda bulunmaya; •Doğal dengeye zarar vereceği aşikâr kıyı dolgu alanlarında peyzaj ve açık alan tasarımları yapmaktan, soylulaştırma (dolayısıyla alt sınıfları yerinden etme, kent dışına sürme) projelerine; •Tüm bu tür arkası kirli mimari işleri, entelektüel ve muhalif ortamlarda ‘ofis olarak reddettiklerini’ beyan ederek ahlaki bir üstünlük ve meşrulaşma tablosu çizen saygın görünümlü mimarların, biraz daha derin bir incelemeyle aslında bu işlere teklif vermiş ama ihaleyi alamamış olduğunun ve bu profesyonel kaybı sosyal bir kazanıma devşirme niyetlerinin anlaşılmasından, bu tür kirli işleri gizli ortaklar üzerinden, kendi adını lekelemeden yapmaya, uzanan çok geniş ve tümünün ortak paydasının, adaletsizlik, sömürü ve zulüm olduğu bir tutumlar silsilesi görürüz. Bu gerçekler aslında herkesçe bilinir ama neredeyse gizli-tarikatlara özgü bir sessizlik yemini / susma anlaşmasıyla da sürdürülür. Bu sözde-mesleki/profesyonel, güya-rasyonel tavır tutumlar bütünü, çeşitli maskeler ve kamuflaj kostümleriyle hem örtülür hem de süslenir. Bu örtülerin ortak aparatı ise ‘ama’ kelimesi ile başlayan sözcük tamlamalarıdır. Son zamanlarda yine dillere çok pelesenk olan ve “amasız fakatsız” denilen tabire benzer şekilde, “soylulaştırıyoruz ama”, “dönüştürüyoruz ama”, “yıkıyoruz ama şunu-şunu da getiriyoruz”, “onu-bunu da sokuyoruz”, “şuyu-buyu ekliyoruz”, “falan-filanı kazandırıyoruz”, “orayı-burayı da kamuya açıyoruz” (ki külliyen yalandır çünkü güya kamuya açıldığı söylenen kısımlar ya ‘güvenlik’ denetimlidir ya da paralı girişlidir) gibi uyduruk bahanelerle süslemeden, kaplamadan, parlatmadan, şık kılıflarla örtmeye, gizlemeye çalışmadan, genel-geçer ve popüler şablonlaşmış entelektüel terimlerle meşrulaştırmaya, olumlamaya çalışmadan, yapılanın alenen ne olduğunu, mimar olarak da bu adaletsizliğin (açıkça ve dürüstçe) neresinde durduğunu (yanında mı veya karşısında mı olduğunu), yani adalet açısından tarafını seçmek, seçiminin gerçek gerekçelerini içselleştirebilmek, midesine sindirebilmek, (hangisi olursa olsun) seçilen bu tarafı benimsemek, samimiyetle ve mertlikle de seçimini ve bunu sindirme sürecini herkese beyan etmek, arkasında durmak, çok daha dürüst ve onurlu bir tutum olur. Çünkü ‘ama’ kelimesinden öncekiler zaten kentsel ve mekânsal suçtur, kentsel haksızlıklardır ve safkan adaletsizliklerdir... ‘ama’ kelimesinin önündeki kısım zaten mimarlığın adaletle ‘alakasına’ “turp” sıkmıştır. Ama kelimesinden öncekiler vasıtasıyla, mimarlığın (ve dolayısıyla da mimar müellifinin) maşası olduğu pek çok adaletsizliğe, bırakınız iştirakçi olmayı, tanık dahi olmak insanın utanç içinde boğulmasına yol açmıyorsa eğer, mimarlıkta ciddi bir çürüme ve yozlaşmayla karşı karşıyayız demektir. Ama kelimesinden sonrası (en iyi ihtimalle) oportünist ve revizyonist tavrın (ya gerçekten saf/naif/iyimser ya da ustaca işbirlikçi tutumun) muhtelif tezahürleridir. O nedenledir ki ‘mimarlığın adaletle ilgisi’ konusuna dair söylenecek herhangi bir söz, söyleyenin (tabir caiz ise) hamuru veya kumaşı ile, tıyneti ile doğrudan ilişkili. Adaletle insanın (dolayısıyla mimarın da) ilişkisi bir sarkacın salınımıyla özdeş. Sarkacın bir yanında ilkeli bir tutum ile yaşamak, yani yanlışa (bu yanlış, mesleki olarak kendi işine gelse dahi) yanlış diyebilmek, yanlışın bir parçası olmamak, reddedebilmek ve hatta sadece adil olmadığı için yanlışın karşısında durarak mücadele edebilmek; sarkacın diğer yanında da koşullara bağlı bir adalet anlayışı geliştirip benimsemek, yani adaletsizlik kendisine fayda sağladığı sürece sessiz kalmak, ama yanlış sadece kendisine zarar verdiğinde adaletsizliğin farkına varmak ve (artık çok geç olsa da) kendine dokunan adaletsizlikten söz etmek, onu haykırmak, kendi durumu için adalet talep etmek, yardım ve destek istemek yer alıyor. Bir yanda doğrudan diğer yanda ise dolaylı olarak yanlışlığa, adaletsizliğe iştirak etmek de olası. Yanlışı onaylamak da yanlış karşısında sessiz kalmak da o yanlışa, o adaletsizliğe, o sömürüye ortak olmak anlamına geliyor. Adalet hassasiyeti konusunda ilkeli ve tutarlı olmanın (ki son dönemde bunlar da birer erdem olmaktan çıkarıldı ama) önemi, adaletsizlikten pirim yapma devrinin (şu sıralar hiç ihtimal verilmese de bir gün) kapanacağı zamanlarda tekrar hatırlanacak ve sanıyorum o zaman geçmişe yönelik bir muhasebe de yapılacaktır. O gün insanlık değerlerinin, tarihin, doğru tarafında kalabilmiş olmak, utanmadan başı dik durabilmek belki de en önemli servet olacaktır. Bakalım, göreceğiz... Yaşama dair her şeyin (farkında olsak da olmasak da) siyasetle, ideolojiyle doğrudan ilgisi olduğu gibi, her şeyin (biz görmek istemesek de) aslında sınıfsal olduğu gibi mimarlık da sınıfsaldır, ideolojiktir, siyasaldır. Çünkü mekânın ta kendisi sınıfsaldır, ideolojiktir, siyasaldır. Harvey, Lefebvre, Foucoult, Agamben ve buraya yazmakla sığmayacak diğer pek çoklarının bu basit gerçekliği anlatmak için dillerinde tüy, kalemlerinde mürekkep, onların yazdıklarını okumak ve aktarmak için de bizlerin başında saç tükenmiştir. Bunca teorik külliyat ve ampirik deneyim birikiminden sonra hala “mimarlığın siyasetle, ideolojiyle, sınıfsallıkla ilgili olmadığını, mimarın apolitik olduğunu veya olması gerektiğini” söylemenin kendisi dahi aslen siyasal, ideolojik, sınıfsal ve politik bir tutumdur. Yani adalet (de) mekânla doğrudan ilişkilidir ama bu adaletin sadece mimarlık veya yapılı çevreyle ilişkili olduğu durumlarda mimarların bu konuyla ilgilenmesi gerektiği anlamına gelmez. Çünkü her tür adaletsizlik eninde sonunda mekânı, eninde sonunda mekânı şekillendiren mimarı da etkileyecektir. Adaletsizliğin her türü, her zaman, her yerde, her durumda adaletsizliktir. İşte o yüzden adalet, sadece mimar olarak değil salt insan olarak da peşinde koşulması yanında durulması gereken bir olgu. Tam da bu yüzdendir ki adaletin mimarlıkla ilgisi, adaletin insanlıkla ilgisi kadardır. Bir mekân (dolayısıyla da toplum) meselesi olan mimarlığın adaletle doğrudan ve bariz ilişkisi bulunur; ‘adalet ile ne alakası olduğu’ sorulması gereken ise yukarıda profilleri çıkarılmış bir kesim sözde-mimarlardır. Yani sözde-insanlardır. Yukarıda da görüldüğü üzere; sadece mimarlık alanından ve yalnızca son dönem gündemindeki en bilindik birkaç vaka dahi şu basit ve açık gerçekliği ortaya koymaya yetiyor. ‘Mekânda ve mekânla’ adalet olgusu, (hem bireysel hem de toplumsal) ahlâkla doğrudan ilişkili olduğu gibi, adalet aynı zamanda da toplumsal paylaşım düzeneği içinde hakların sahiplerine teslim edilmesine dayalı bir ilkesellik barındırdığından ötürü; mimarlığın asal meselesi olan ‘mekân’, ne haktan, ne adaletten ve ne de toplumsal düzen / işleyiş / paylaşımdan, yani siyasetten ve bu toplumsal paylaşım düzeneğinin doğrultusunu belirleyen ideolojiden azade düşünülemez. Dolayısıyla, “mimarlığın adaletle {siyasetle, ideolojiyle, protestoyla, boykotla, sınıfsallıkla} ne alakası var...?” sorusunu sormak, “mimarlığın ahlâkla ne ilgisi var...?” demekle aynı şeydir. Herhangi bir şeyin ahlâkla ilgisinin olmayabileceğinin düşünülebileceği, buna dair soru cümlesinin dahi tuhaf veya dehşetle karşılanmadığı bir aşamaya evrildiysek de; o zaman zaten hiçbir şeyin hakkında konuşmanın, tartışmanın, yazmanın, okumanın da anlamı kalmamıştır.

KUTSAL İNŞAAT İNANCI, KENTSEL DÖNÜŞÜM HURAFELERİ VE DEPREMLE KAMUSAL MEKAN İSTİSMARI...! 24 Nisan 2025 [Yine bir deprem gününün ardından...] Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) İnanç sistemlerine sonradan girmiş olan, akla aykırı, uydurma ve garip şeyler, boş inanç unsurları olarak tanımlanan ve orta çağlarda hâkim olmuş ‘hurafe’ olgusunun, aydınlanma ve akılcılık anlayışıyla birlikte sönümlenmiş gibi göründüyse de, günümüzde aklın, mantığın, sebep-sonuç ilişkilerinin, sebebi çok belli saiklerle yeniden itibarsızlaştırılması sonucu, tekrardan hortladığını hepimiz gözlemliyoruz. Aydınlanma öncesi dönemlerde, önemli bir sömürü, istismar ve kitleleri ikna ve kontrol aygıtı olarak ön plana çıkan ‘hurafe(ler)’, yeni bir feodalizm ve ilkelleşme dönemi haline gelen günümüz geç kapitalizminde de yeniden oyun sahasına sürülüyor doğal olarak. Bu durum, sadece inanç alanında değil, gayet nesnel olarak ele alınması gereken pek çok alanda ve pek çok konuda hâkim olmakla kalmıyor, gündelik hayatın içinde dahi bir salgın gibi giderek yaygınlaşıyor. Hurafelerin enjekte edildiği en son ve en güncel alanlardan biri de sömürünün en çok tezahür ettiği ‘mekânsallaşma, kentleşme, inşaat ve mimarlık’ alanı. Ana akım medyada kitlelere yayınlanan ‘Ramazan Özel’ programlarında her daim ilahiyatçılara bıkıp usanmadan sorulan “sakız çiğnersem orucum bozulur mu...?”, “yıkanırken şurama burama su kaçarsa orucum bozulur mu...?” benzeri akıllara zarar soruların ve “üç harfliler {ki cinler demek oluyor} şunu yaptırdı, yaptırıyor, yaptırır, yaptıracak...” gibi hurafelerin, mekâna ve yapılara, binalara dair akıl almaz versiyonlarıyla, son 10-20 yıldır (ülkedeki ekonomik faaliyetin neredeyse tümüyle dayandırıldığı) inşaat alanında sıklıkla karşılaşıyoruz. Özellikle de etrafımızı saran, tüm çevreyi kasıp kavuran ‘kentsel dönüşüm’ faaliyeti, bu yeni tür (ve aşağıda bazı tipik örneklerinin zikredildiği) hurafelerin hızla yeşerdiği verimli bir habitat halini aldı. 2012 yılında, yani Arap Baharı sürecinde Arap yarımadasında iş yapan ve bu bölgeyi terk etmek zorunda kalan Türk müteahhitlerinin yaşadığı maddi kayıpların ardından telefi amacıyla, çıkarılan Kentsel Dönüşüm Yasası ve bu teşvik rüzgarlarıyla yelkenlerini şişirip yola koyulan inşaat furyası ile yepyeni bir maceraya savruluyorduk. 1999 depreminden sonra hiç umurumuzda olmayan deprem ve kentlerdeki yıkım tehlikesi 2012 yılından itibaren birdenbire tekrar en önemli mesele haline geldi. 1999’dan beri, mimarların, meslek odalarının, uzmanların, sivil toplum kuruluşlarının haykırışlarına rağmen, ülkedeki hasarlı, sağlıksız, riskli yapı envanteri çıkarılmamışken, ilginçtir ki tam da 2012’de, müteahhitlerimizin Arap Baharı mağduriyeti sonrasında, aniden sayı verilerek tamamlanıverdi. Bir de bakıldı ki verilen (yenilenmesi/dönüştürülmesi gerektiği belirtilen) bina sayısının ekonomik karşılığı, bu mağdur müteahhitlerin kayba uğradığı toplam bedelle aynı. İlginç bir tesadüf, hayret verici bir matematik ve manidar bir zamanlama... Bu görünürde iyi niyetli ekonomik ajandanın, 1999 travmalarını zihninin ve ruhunun derinliklerinde taşıyan halk kitlelerinin gözünde herhangi bir şüphe uyandırmaksızın uygulanabilmesi için de halkın kültürel olarak eğilimli olduğu ‘hurafeler’ olgusu, hâkim neo-liberal (ve aslında neo-feodal) ortamda yeniden devreye sokuldu. Yepyeni hurafeler icat edilerek, iletişim kanalları seferber edilerek ortama yayılmaya başlandı. İşte bu iklimde; •“Büyük Marmara Depremi kapımızda; ha bugün ha yarın İstanbul’u vuracak... mevcut binalar 7 şiddetinin üstündeki depreme asla dayanmaz... bir an önce eski (ne demekse?!) binanızı müteahhide verip yeniletmeniz lazım... ” •“Betonun ömrü 30 yıl...; daha yaşlı eski binaların betonu çürür, ufalanır, en ufak sarsıntıda {Allah muhafaza} yıkılır...” •“Deprem değil bina öldürür...” •“Eski bina riskli binadır ve yıkılır; yeni bina güvenlidir ve güvenliklidir...” •“2000 öncesi tüm binalar çürük... ivedilikle yenilenmesi lazım... yoksa büyük felaket olur” •“2000 öncesi tüm binalar deniz kumuyla yapılmış, hepsinin betonu midye kabuğu dolu... tesadüfen ayakta duruyorlar...” •“Bahçesinde çam ağacı olan apartmanların temelleri tehlike altında çünkü çam kökleri betonu çürütüyor...” gibi gerçeklikle yakından uzaktan alakası olmayan, hatta çoğunun tam tersinin doğru olduğu, son 10-15 yılda (gayet belli kaynaklarca) ortaya çıkarılıp yaygınlaştırılmış, inşaat ve mimarlık hurafeleri havada uçuşuyor. Bunlar yetmezmiş gibi bir de; •“İnşaat maliyetleri çok yüksek; %40’ın altındaki pay müteahhitleri kurtarmıyor...” •“Dairelerin en az % 20 - 30 küçülmesi lazım yoksa müteahhitler maliyetleri çıkaramıyor...” •“Güçlendirme çok pahalı ve zor, hiç değmez, yıkıp yeniden (kat çıkarak) yapmak daha mantıklı (?!)...” türünde bilinçli olarak deforme edilmiş ekonomik hurafeler topluma enjekte ediliyor. Bu koşullar altında ve fısıltı gazetesinin etkisiyle, herkesin de sorgulamadan birbirinden duyup kullandığı; •“yan apartman bir müteahhitle anlaşmış, biz de bir an önce girişelim...” •“şimdi yaptırmazsak yeni bir düzenleme gelecekmiş, daha da mağdur olmadan hemen acilen biz de bir müteahhit bulup, anlaşıp yıktıralım” gibi mahalle baskısı söylemleri, tekrarlanmak zorunda hissedilen ve tekrarlandıkça da çoğalıp tek gerçek geçerlilikmiş algısı yaratan klişeler ortalığı sarıyor. Bu sırada ise; Pek çok anlaşmazlığın, mahkemelere düşmüş vakaların, yarım kalan inşaatların ve yerinden edilip sokakta kalan kat maliklerinin, aşırı şişirilen daire satış fiyatlarından ve kira bedellerinden, bunları ödemek için aldığı kredi ve borçlardan beli bükülen, iflas eden, hacizlere zorlanan, sağlığı bozulan, hatta hayatına son verme noktasına varan sayısız mağdurun oluşturduğu derin ve acı bir gerçeklik alttan alta varlığını artırarak sürdürüyor. Bu haksızlık ve adaletsizliklerin, varsayılan/olası bir yıkım korkusunun abartılmasıyla perdelendiği, görmezden gelindiği bir büyük ve trajik çaresizlik ortama hâkim kılınıyor. Zaten istenen de bu toplumsal psikoloji (daha doğrusu patoloji). Tüm bunlar olurken; Deprem uzmanları, yer bilimciler, jeoloji mühendisliği profesörlerinin, bir TV kanalından diğerine koşarak felaket tellallığı yaptığı, korku ve endişeyi, dolayısıyla da çaresizlik duygusunu kasten ve kitlesel olarak büyüttüğü vahim bir tablo karşımızda beliriyor. Bu uzmanlardan; inşaat ve emlak firmalarında ortaklıkları olanlar (ortaya çıkanlar) mı istersiniz, bu firmaların reklam filmlerinde oynayanlar mı arasınız, jeolog olduğu halde bina statiğinden bahsedenlere mi rastlarsınız, her türden skandal ve saçmalık gözler önünde sergileniyor. Ana akım televizyon kanallarında bu sözde-uzmanlar aracılığıyla icra edilen kampanya performansı ve gösterisi dışında, internet ve sosyal medyayı domine eden bilgi kirliliğinin kontrol edilemez yayılma hızıyla yanlış bilgi ve hurafelerin gerçek ve nesnel bilgiyi, akılcı muhakemeyi tümüyle örtebildiği bir kitlesel akıl tutulması yaşanıyor. Tam bir kör dövüşü halinde yürütülen, sağlıklı bir yapı stoğu veya sağlıklı (ve açık ortak kamusal alanların artırıldığı) bir kent üretmekten uzak, sadece yeni çok sayıda (üstüste yanyana aşırı yoğunlukla istiflenmiş) daire üretilen, üst-orta ve üst sınıflara pazarlanan, insanların borçlandırıldığı, imkânı olmayan alt sınıfların kentin merkezlerinden (veya tümüyle kentten) sürüldüğü vahşi bir ortam tesis ediliyor. ‘Korku imparatorluğu’, ‘şok doktrini’, ‘felaket ekonomisi’ ve ‘afet kapitalizmi’ gibi kavramsallaştırmalarla ve başlıklarla ele alınan, ama bizim içinde savrulduğumuz bu toksik atmosfer, korku salarak rant yaratmaya odaklı ekonomi-politik bir programdan ibaret. Esası çok başka bir şey olan ‘Kentsel Dönüşüm’ olgusunu; binaları olduğu yerde, olduğu şekliyle daha da yükseltmeye dayalı (kent bilimi ve her tür altyapıyla ilişki açısından tamamıyla) hastalıklı bir biçimde ele alan ve baştan sona hatalı (fakat belirli bir zümre içinse oldukça avantajlı) yaklaşım, her yeri, her kamusal alanı, her kamu arazisini, hatta her özel mülkiyeti bile günden güne daha çok talan ediyor. Nedense gerçekten niteliksiz, gerçekten riskli ve hasarlı binalarla dolu bölgeler ve buralardaki binalarda kentsel dönüşüm veya daha doğru tabirle kentsel yenileme gerçekleştirilmezken, daha fazla rant sağlayacak bölgelerdeki binalar kentsel dönüşüm adı altında oldukları yerde yıkılıp daha yüksek katlı (ve artan dairelerin müteahhitlere kaldığı) bir şekilde yeniden inşa ediliyor. Bu bile başlı başına mevcut kentsel dönüşüm düzeneğinin asıl hedefinin riskli binaları yenilemek veya kenti sağlıklı bir yapılaşmaya kavuşturmak değil, fırsattan istifade zaten rant potansiyeli yüksek yerlerde yeni gayrimenkuller yaratıp, bu (yeni ve ek) rantı müteahhitlere devretmek olduğunun bir emaresi. Belediyelerce yürütülen bina deprem risk test ve analizleri (normalde daha fazla risk barındırması gereken) 10 kat üzeri binalarda yapılmıyor çünkü buralardaki mevcut imar durumunda belirlenmiş olan maksimum kat yüksekliği sınırı yıkıldığında pek kıymetli müteahhitlerimiz için yeterli, tatmin edici rantı sağlamıyor. Sadece bu dahi asıl derdin, binaların gerçekten risk barındırıp barındırmadığının değil, yeterli rantı barındırıp barındırmadığının belirlenmesi olduğunun apaçık göstergesi. Nitekim, Hatay - Antakya’da (Kahramanmaraş, Adıyaman, Gaziantep, Diyarbakır, Malatya, Adana, Elazığ vs. gibi çok sayıdaki illeri de kapsayan çok geniş bir kentsel alanda) meydana gelen korkunç, trajik kayıptan sonra (çok tartışmalı) ‘rezerv alan’ düzenlemesi ve (oldu-bitti) kararları ile, gayet itibarlı uzman kişilerden oluşur gibi görünen ama arkasında inşaat ve emlak tekellerinin olduğu vakıfımsı oluşumlar, sivilimsi girişimler eliyle, kentin yine aynı şekilde, bir sonraki depremde yine aynı şeyleri yaşamak üzere, fakat bu kez daha da çok rant üreterek yeniden daha da yüksek yoğunlukla inşa edilmesi, yetkililerin bu felaketle birlikte ortaya çıkan bir fırsatı kullanmakla, hataları düzeltme şansını değerlendirmekle, bu felaketten ders alıp tamamen yıkılmış kentlerde yeniden sağlıklı bir yerleşim kurmakla ilgili herhangi bir kaygıları olmadığının bariz bir ifadesi. Evet, mesele deprem falan değil; mesele kitlelerin hayat güvencesi, sağlıklı yaşamları falan hiç değil. Mesele daha çok mülk transferi; kamudan özel sermayeye, geniş orta ve alt sınıflardan üst sınıfa daha da çok sermaye transferi. Ama kitlesel beyin yıkama mekanizması, bu kirli ajandayı yürürlüğe koyanların elinde tuttuğu iletişim kanalları ve medya aracılığıyla, bu apaçık operasyonunun üzerini bile örtebiliyor. Her depremde yeniden depreşen, 6 Şubat 2023 depremi sonrasında, 23 Nisan 2025 depreminin ardından yine ve yeniden tetiklenen, ortaya çıkan kayıplarla veya kayıp olasılığı ile sahneye yeniden çıkan (o olağan şüpheli) aktörler eliyle yürütülen algı kampanyalarıyla, mülk ve sermaye transferi, gayrimenkul gaspı, meşrulaşıyor, hatta yasallaşıyor ve normlaşıp normalleşiyor. İnsanların ruhlarının derinliklerine salınan korku ve kendi binasını apar topar yıktırma dürtüsü, kendi (zar zor edindiği) mülkünün en az % 20’sini müteahhitlere hibe etme güdüsü, (gayet ustalıkla, gayet kurnazca) yüksek inşaat maliyetleri efsanesinin ön plana çıkarılarak, arsalarda ve binalarda kaim spekülatif emlak değerine hiçbir emek harcamadan ortak olma ve başkalarının/kitlelerin sahip olduğu gayrimenkul varlığın üzerine havadan çökme şeklinde tezahür eden bir rantsal dönüşüm mekanizmasına alet ediliyor. Şunun adını net olarak koyalım; bunun adı nitelikli dolandırıcılık, yasallaştırılmış gasp, organize suç, kent ve insanlık suçu. Buna bir son verelim. İnsanların zafiyetlerini, haklı korkularını ahlaksızca, kurnazca, sinsice istismar edip kâr devşirmeyelim, haksız avantaj sağlamayalım, dar gelirlilerin haklarını yemeyelim, azınlığın çıkarları için çoğunluğu mağdur etmeyelim, mevcut ekonominin ana dinamolarını (inşaat ve emlak sektörünü) kullanıp ve bu dinamolarla kol kola girmiş yasama ve yürütme gücünü (hatta yargıyı da) alet edip, güçsüz ve çaresiz bırakılmış kitleleri (aslen anayasal ve doğal barınma, insanca yaşama haklarının mekânsallaşmasından, cisimleşmesinden ibaret olan) mülklerinden, konutlarından feragat etmeye, onları bir avuç müteahhite, emlak yatırım ortaklıklarına cebren ve hileyle teslim etmeye zorlamayalım, TOKİ’ler, KİPTAŞ’lar gibi merkezi ve yerel kamu idarelerinin konut üretim organlarını, sosyal konut üretme (asli) işlevinden koparıp, kamu kaynaklarını, hazine arazilerini bir takım inşaat ve emlak tekellerinin hizmetine verme aygıtı olarak araçsallaştırmayalım, sosyal devlet ve sosyal hizmet anlayışına ve de kurumsallaşmasına vefasızlık etmeyelim. Artık bıkmadık mı...?; bizler, her deprem haberiyle tekrar korku ve travmalarımızın tetiklenmesinden ötürü panikleyip, en fazla 2 hafta veya 1 ay sonra o korkumuzu (gündelik hayat mücadelemiz ve içine itildiğimiz zorlu koşullar sebebiyle) unutup, o arada panikle verdiğimiz (yönlendirilmiş) kararlarla her seferinde gerek kamusal alanlarımızı gerekse özel mülklerimizin bir kısmını daha yitirmekten, bu mekânsal haklarımızı ve varlıklarımızı bir avuç inşaatçı ve emlakçıya kaptırmaktan, bir sonraki depremde aynı kısır döngünün tekrarlamasından ve elimizdekileri biraz daha kaybetmekten, mülksüzleştirilmekten, dışlanmaktan, yoksullaştırılmaktan usanmadık mı...? Şu abartılı korkudan ve beraberinde servis edilen inşai hurafelerden kurtulup, gerçeği görüp, aslında olup biteni fark edip, tavır alma vaktimiz gelmedi mi...? Kentsel dönüşümle, deprem korkusuyla, gerçekte olan şu ve artık çok net: Sistem bize açık açık diyor ki; “Arkadaşlar, şimdi şöyle yapıyoruz; hepinize az bir miktar konfor sağlıyoruz ve bunun karşılığında tümünüzü çalıştırıyor, tükettiriyor, mülksüzleştiriyor, tektipleştiriyor, vasatlaştırıyor, pasifleştiriyor, aynı kapsüllerin içine tıkıyor, hayatınızı çoraklaştırıyor ve hepinizi sürekli kontrol ve gözetim altında tutuyoruz {yani sizi tekrar köleleştiriyoruz} tamam mı?” “Her şey fazla bina yaparak başınıza çöktü ama biz bir daha, hatta biraz daha fazla yapalım, biz kamu kaynaklarından teşvikler alalım, üstüne üstlük sizi de bize biraz daha borçlandıralım, sizinkilerden kırparak yeni yaptıklarımız bizim olsun ve siz bize onlar için fahiş kiralar ödeyin…!” Artık bunu görelim ve bu tuzaktan uzak duralım. Bu büyük algı operasyonunun bizleri, emeklerimizi, umutlarımızı, hayat sevincimizi, galebe çalmasına izin vermeyelim. Hakkımız olan ve her anlamda sağlıklı, dayanıklı, sürdürülebilir, erişilebilir, ulaşılabilir, karşılanabilir, adil, kaliteli, insancıl bir fiziksel ve yapılı çevrenin, bir kentin inşasını talep edelim. Kuşkusuz ki bir deprem ülkesinde, potansiyel bir felaket bölgesi üzerinde yaşadığımız bir gerçek. Fakat bunun üstesinden gelmenin yolu bu mevcut mekanizma değil. Bu hurafelerle sarmalanmış mekânsal sömürü düzeneği bizim kaderimiz değil, olmamalı. Zaten asıl kentsel dönüşüm veya kentsel yenileme ise ‘bu’ hiç değil. Bugün maruz kaldığımız, sadece (kentsel dönüşüm) adının kullanıldığı, ancak kentsel tüm değer, unsur ve erdemin içinden ayıklandığı deforme edilmiş, hastalıklı bir versiyonu. Oysa, deprem ve gelecekteki olası hasarları ile ilgili ciddi ve samimi kaygılara dayanan bir kentleşmenin, kentsel yenilenmenin, kadim kentleşme ilkelerine uygun yürütülüyor olması gerekir. Yapılaşılmaması gereken yerlerden, aşırı yoğunlaşmadan uzak duruyor olması gerekir. Açık / yarı-açık mekân hiyerarşilerinin ve sürekliliklerinin, niteliksiz ve sağlıksız konut kapsülü istiflenmelerinin önüne geçmesi gerekir. Kentsel konut stokunun emlak spekülasyonundan azade kılınması gerekir. İnsanın, kentlinin, geniş kitlelerin yararını önceleyen bir kentleşme politikasının, kentsel dönüşüm programının, mekânsal adalet kavramını ve ilkesini merkezine oturtması şarttır. Böylesi ideal bir kentleşme, şu anki hâkim hurafelerin belirlediği mekânsallaşma dinamikleri vasıtasıyla, sürekli ve giderek artan adaletsizlikler yaratmaz, hayatlarımızı kısıtlayıp, köreltip çoraklaştırmaz. Yazının başında ifade ettiğimiz inanç olgusunun istismarına dayalı hurafeler nasıl hayatları karartıyor ise, kentsel dönüşüm furyasının ürettiği inşaat ve mimarlık hurafeleri de bizi derin bir karanlığa sürüklüyor.

DİJİTAL OTORİTERLİK ÇAĞINDA YENİ DÜNYA DÜZENİNİN GÜÇ SAHİPLERİ FİZİKİ KAMUSAL ALANA ERİŞİMİ DE ENGELLERSE MİMARLAR NE YAPAR...? 28 Mayıs 2025 [sosyal medyaya politik müdahale haberleri gününün ardından...] Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) 2025 yılı başları ve ortalarında gerçekleşen; Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin muhalif pek çok kişi hakkında (eskiden Twitter sosyal medya paylaşım platformu olarak bilinen) yeni adıyla X sosyal paylaşım / iletişim platformuna yaptıkları talep üzerine, Elon Musk’ın ivedilikle ve (daha önce de defalarca yaptığı gibi) bizzat uygulamaya sokarak, işaret edilen bu kişilerin paylaşımlarına erişim engeli getirme ve hesaplarına da kapatma kararları ve yine A.B.D. Başkanı Donald Trump’ın, vize başvurularının değerlendirilmesini (başvuranların sosyal medya paylaşımlarının incelenebilmesi için) dondurma kararı şunu açıkça göstermiyor mu?; sözde adem-i merkeziyetçiliğinden ötürü, tüm insanlığı özgürleştireceği, demokratikleştireceği, katılımı, paylaşımı, dayanışmayı, ve kolektifliği artıracağı, herkesin her şeyden anında haberdar olmasını sağlayacağı ve bu yüzden de her şeyi transparanlaştıracağı, insanları eşitleştireceği, vs. büyük bir idealizmle, saflıkla veya iyi niyetle iddia edilen, o müptelası olduğumuz, çok da medet umduğumuz dijital teknolojiler (internet, sosyal medya, yapay zeka, sanal kamusal alan vs.) meğerse düpedüz merkeziyetçi bir yapıya sahipmiş ve basbayağı otoriter liderlerin iki dudağı arasından her an dökülebilecek bir kelime ile tüm bu vaatlerini ortadan kaldırıp bizi bir çırpıda orta çağın karanlıklarına ve o dönemin zalim rejimlerinin ortamına sokabiliyormuş. Dünyanın tüm otoriter güçleri çok kısa sürede organize olup birbirlerini destekleyip, kenetlenip özgürleşeceğiz safsatasıyla bizi kölesi ettikleri teknolojinin düğmesini bir anda tek hareketle, tek emirle kapatıp, bütün demokratikleşme, eşitleşme, özgürleşme, haber edinme, ya da fikirleri serbestçe ifade ortamımızı (yani eski haliyle / adıyla kamusal alanımızı) ortadan kaldırıverebiliyormuş. Üstelik “alın size özgürlük alanı; tepe tepe kullanın...!” diye bize sattıkları o sözde-özgür mecrada özgürce ifadede bulunanlar, bu mecraların burada paylaşılanları veya daha mahrem kişisel bilgilerimizi güç odaklarına tıpış tıpış teslim etmesi suretiyle cezalandırılabiliyormuş dahi. Birkaç yıl tatlı halleriyle bizi müptela eden bu güzel mecra yoksa bizi içine çeken bir tuzak mıymış...? Kimileri bu durumu kabullenemese de ve hatta kimileri bunun münferit bir istisna olduğunu, başka alemlerden benzerlerine aşina olduğumuz “gerçek dijitalleşme bu değil...!” sloganıyla sarılıp sığındıkları yılanı koruyup haklı çıkarmaya çalışsalar da sonuçta olup bitenler değişmiyor. Üstelik olaylar arasında daha önce görmezden geldiğimiz bağlantılar kuruldukça tablo daha da karanlıklaşıyor. Bu teknoloji fetişizmi ve bağımlılığı doğrultusunda kendi değer ve işleyiş sistemlerini dijitalleştirmek için sahneye en önden atılan mimarlık ortamı, bu keskin dönüş, bu hayal kırıklığı ve bu aldatılmışlık karşısında ne düşünür ve kendi aşırı hevesli girişimlerinin pek yakındaki olası akıbeti hakkında şüphelenmiş midir, bir uyanış / aydınlanma / farkındalık, bir silkinme, bir ayılma yaşamış mıdır acaba...? Pek öyle görünmüyor doğrusu...! “Yahu bu sanallaşmaya bu kadar çığırtkanlık yaptık ama çıka çıka ne çıktı...?” dahi demeyen bir kesimin, konuyu kamusallık bağlamında analitik olarak değerlendirip, fiziki kamusal alanın ve kamusal mekanların da bir süredir hâkim olan mekânsallaşma ve kentleşme politikalarıyla aynı tür bir sürece tabi tutulduğuna dair bağları kurmasını ummak yüksek bir beklenti olsa da insan yine de “bu doğrudan bağlantıyı mimarlık ortamı kuramıyor mu acaba...?” diye düşünmekten geri duramıyor. Ama düşününce de sadece karşısındaki sistematik güçten değil, içinde bulunduğu ortamdan da büyük hayal kırıklığı ve yılgınlıkla soğumaktan öteye gidemiyor insan. Temel gereksinimlerimizden biri olduğunu ne derece iyi kavradığımızdan çok da emin olamadığım ‘kamusal mekanın’ kentsel dönüşüm ve soylulaştırılma girişimleri sonucunda önümüze sürülen yeni ‘kentselleşme’ (AVMler, plazalar, residanslar, siteler, falanca-portlar, vs.) aracılığıyla elimizden tedricen alınıyor olması, gaspedilmesi ile temel iletişim gereksinimimizin dijitalleşme girişimleri sonucunda önümüze büyük bir nimetmişçesine konan yani ‘sanal kamusal alan’ (sosyal medya ve örn. Metaverse vs.) aracılığıyla elimizden tedricen de öte bir ivmelenme ile alınıyor olması arasında doğrudan bir bağ (Çetin, 2024) bulunuyor. Mimarlık alemi bunu ya görmüyor ya da gördüğü halde bu mafyatik düzenden az ya da çok, şöyle ya da böyle nemalanma ümidiyle olsa gerek kendi akvaryumunda OMERTA yemini gereği sessizliğini koruyor. Dijital / Sanal Kamusal Alan nasıl ‘teknoloji devleri’ adı verilen çok sınırlı bir elit tekelin elindeyse ve bununla (hergün ortaya çıkan haberlerle görüldüğü ve ispatlandığı üzere) da tüm dünya sadece kontrol ve manipüle edilmeyip, doğrudan bu mecra aracılığıyla zulmedilebiliyorsa, bugünkü fiziki kamusal alan ve kamusal mekanlarımız (meydanlarımız, sokaklarımız, kıyılarımız, ormanlarımız, vs.) da aynı şekilde kamuya ve özellikle de giderek genişleyen alt sınıflara bir zulüm aracı haline çoktan gelmiştir. Her nasıl biz bu muhteşem teknolojinin tehlikesini (gücüyle kamusallığımıza müdahalesini gözümüze sokana dek) uzunca bir süre görmezden gelebildiysek, olup bitenden henüz ders almayıp hala teknolojinin olumlu yanlarına övgüler düzmeye devam edebiliyorsak, bugün de bizim hala kamusal sandığımız, sermayeye çoktan türlü şekillerde peşkeş çekilmiş (ve bizim bunu yine birkaç serzeniş ve sızlanma dışında görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz, bir şey yapmaktan kaçındığımız, bu tür bir mücadelenin sonuçlarından, bedellerinden korktuğumuz, bu durumun rayına oturtulması için gereken girişimlerden imtina ettiğimiz, hatta bazen bu durumu meşrulaştırıcı bahaneler bile bulmaktan geri durmadığımız, hakkında kafamızı kuma gömerek daha rahat ettiğimiz) kamusal mekanlarımız da bir gün, onları çoktan ele geçirmiş tekelci sahipleri, kendi işlerine gelmeyince çıkıp bize; “artık bu kamusal alanlara erişiminiz engellenmiştir...!” derse (ki bu {mesela Gezi Park ve Taksim Meydanı vakalarında ya da Covid 19 pandemisi süresince olduğu gibi} fiilen de gerçekleşmiştir) o zaman ne denir, ne olur acaba...? Hiçbir şey olmaz...; “aaa bu kadarı da olur mu yahu... resmen faşizm ayol... itiraz edelim bir şeyler yapalım... cık cık cık...” türü bazı serzenişler, bazı ‘yaratıcı zekamızı’ karşı tarafa göstererek kendimizle gurur duyup sosyal medyadaki sanal paylaşımlarla yine bu zekice marifetlerimizi birbirimize duyurmanın sonuç almaktan daha fazla önem taşıyacağı, sonucunun ne olacağını (çabucak sönümleneceğini) kendilerinin de önceden bildiği ve sırf yapmamış olmamak için, sonuç almak ve bir şeyleri tümden, kökten değiştirmek için organize, sistematik, uzun vadeli ve stratejik bir şekilde değil de, sadece vicdanları biraz rahatlatmak için yapılacak birkaç münferit girişim dışında hiçbir şey olmaz... Kitlesel uyuşmuşluk, teslim olmuşluk, çaresizliğe sığınma kolaycılığı, gerçek girişimleri ise kendini feda edebileceklerden, gerçek bedeller ödemeye hazır olanlardan beklediğini itiraf etmeden pasifleşmiş olmanın verdiği umarsızlık, ve son kertede içinden sessizce “aman beni doğrudan etkilemiyor; benim nasılsa şu şu şu B planım var...” diyor olmanın kayıtsızlığı, ve hatta yine içinden “yahu aslında bu durum dışarı belli etmesem de benim de şu şu şu şekilde işime de geliyor yani...” dediğini belki kendine bile itiraf edememenin verdiği atalet, vs. sonucu olarak ne bir şey denir ne de bir şey yapılır... Burada dile getirilen görüşün, teknolojiye, onun kendisine değil, teknolojinin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda üretilip, yaratılıp, sonrasında onun kontrollü ve damıtılmış bir versiyonunun kamuya açık teknoloji adı altında piyasaya sürülmesine, ve ayrıca teknolojinin sermaye tekellerinin elinde toplanmasına ve bu gücün kamunun kontrolünden azade bir biçimde (ve her fırsatta kamuya karşı) kullanılmasına olanak tanıyan düzeneğe ve (sözde) toplumsal uzlaşıya karşı (ideolojik ve sınıf tabanlı) bir tutum olduğunu belirtmek gerekiyor. Nitekim sırf bu gereklilik bile ne yazıktır ki kendi başına; saptamanın haklılığını ve gelinen durumun vehametini anla(t)maya yeterli. REFERANS Çetin, M., 2024, Şahlar, Piyonlar ve (Meta)Kent; Totaliter Siyasetin Oyun Tahtası Olarak ‘Buharlaştırılan’ Kent Mekânı, Nika: Ankara.

ADALET ‘MÜLK TRANSFERİNİN’ TEMELİ MİDİR?; YARGI SİSTEMİ ELİYLE ve EMLAK DEĞERLEME BİLİRKİŞİLİĞİ MEKANİZMASI ARACILIĞIYLA MEKANSAL AYRIŞMA... 2 Haziran 2025 [gündemdeki kira tespit davaları ve bilirkişilik işleyişine dair...] Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) Adliyelerimizdeki mahkeme salonlarının duvarlarında kocaman harflerle yazılan ‘adalet mülkün temelidir’ sözü, ‘adalet’ ile ‘mülk’ arasındaki temel ilişkiyi işaret eder. İlk bakışta bu söz, ‘mülkün adil dağıtılması’ gereği veya ‘mülk edinmenin temelinde hakkaniyet’ ilkesi gibi ana değer ve erdemleri akla getirir. Bu sözün içinde barındırdığını düşündüğümüz ve varsaydığımız erdem yükü de adalet sistemi ile onun icracısı olan yargı mekanizmasına sonsuz bir saygı ve güven duymamızı sağlar. Bu erdemli, ahlaklı, (adalet-mülk) ilişki(si) sayesinde de ‘mülkiyet’ birikiminin mekânsal ve fiziki tezahürü olan kentlerimizin kolektif olarak paylaşılan bir ‘hak ve adalet olgusu’ temelinde somutlaştığını düşünürüz. Ne var ki, son zamanlarda (özellikle de son 20 küsur yıllık dönemde) ‘adalet’ ve ‘mülkiyet’ arasındaki ilişkinin bariz şekilde bozulmasıyla (kamusal alanların, mekânların giderek özelleştirilmesinin {sermayeye devrinin} yanı sıra, serbest piyasa koşullarının kamu yararının önüne geçmesi ve haksız kazancın normalleşmesi sonucu çalışan emekçi kesimlerin sürekli haksızlığa uğramasının da kabullenilir hale gelmesiyle) birlikte artık bu özlü söz, “acaba ‘adalet (sistemi), mülk transferinin veya kitlesel mülksüzleştirmenin temelidir’ anlamına mı geliyormuş meğer?” şüphesini ve sorusunu akıllara getirmeye başlamıştır. Özellikle de ‘adalet’ ve ‘hukuk’ kavramları (yani ‘meşru’ ile ‘yasal’ olan ya da ‘adil olan’ ile ‘hukuki olan’) arasındaki ince {fakat çok temel} ayırım bağlamında bakıldığında, “hukuk düzeni” (yasalar bütününden oluşan düzenleyici sistem) ve bunun hayata geçirilmesini yürüten “yargı mekanizması”, mülk olgusunun yaygın bir toplumsal birikim veya güvence değil, bir tür sınıfsal sömürü ve ayrıcalıklı menfaat aracı olarak algılanmasına ve bu yöndeki işleyişe dayanak haline getirilmekte. Siyasallaştığı ve yozlaştığı artık iyiden iyiye aşikâr hale gelen, ‘adalet’, ‘hak’ ve ‘vicdan’ olgularından giderek sıyrıldığı ve haksızlıkların kâğıt üzerinde yasallaştırılmaya yöneldiği açıkça görülebilen hukuk düzeneği ve yargı sistematiği, toplumsal huzuru tehdit eden ve kamusal düzeni sarsan kararlar silsileleriyle kâğıt doğrudan müdahale eder hale gelmiş görünür. Örneğin, hâkim politikalar doğrultusunda çeşitli gerekçelerle alınan; riskli bölge kararları, rezerv alan kararları, acil kamulaştırma kararları, kentsel dönüşüm ve soylulaştırma kararları, tahliye ve uzaklaştırma kararları, mevzi imar ve ‘özel imar’ kararları, tahsis ve özelleştirme kararları vs., doğrudan kentsel mekânın, (içlerinde okul / hastane / park, ormanlar, kentsel/kırsal sit alanları olmak üzere) pek çok kamusal alanların, (daha önceleri küçük birikim sahiplerine yaygın olarak dağılagelen) tüm gayrimenkul stokunun belirli büyük sermaye gruplarına zaman içinde aşamalı olarak devri için sözde-yasal bir zemin oluşturmuştur. Fakat bu tedrici gelişmelerin bir noktada halkın gündelik mekânsal haklarına doğrudan müdahale edileceği bir büyük mekânsal zulüm dalgasının öncül sarsıntıları olduğunu tahmin etmek zor değildi. Nitekim bu haksız gelişmelere itiraz eden, bunları gündeme getiren, bir umutla yargıya taşıyan, hatta alternatif fikir geliştiren ve bu yönde girişimlerde bulunan kişi, kurum ve anayasal / sivil kuruluşlar, meslek örgütleri vs. dönen çarka çomak sokan tehdit unsurları olarak görülmüş ve başlarına gelmedik bırakılmamıştır. Mevcut ve hâkim güç odakları ile onlarla organik bağ içindeki mülk sahipleri bu itiraz unsurlarını bertaraf edebilmek için türlü türlü aygıtlar ve mekanizmalar icat edegelmişlerdir. Ama yukarıda sayılan tüm bu mekânsal adaletsizlik kararlarının da ötesinde ise bugün başka bir alt-mekanizma yürürlüğe sokularak, kentlerde yaşayan sabit ve dar gelirli kesimlerin mekânsal haklarının (hem de yargı desteğiyle) gasp edilebilmesinin önü açılmaktadır. Özellikle pandemi sonrası ve akabindeki ekonomik krizle birlikte olağanüstü artan kira tespit ve ilintili tahliye kararları bu girişimin güncel sacayaklarından biri olarak belirmekte. Bu kira tespit davalarıyla emlak piyasasının yargı eliyle düzenlenmesi gibi bir durum söz konusu. Bunun açık adı ‘serbest piyasaya devlet müdahalesi’ olarak konulabilir ve ilk bakışta olumlu gibi gelebilir. Evet, devlet serbest piyasaya, onun vahşileşmesine, geniş ve dar gelirli, ekonomik/sosyal olarak dezavantajlı kesimlerin, yani kamunun lehine müdahale edebilmelidir. Ama kira tespit davalarıyla yürütülen mekanizma gerçekten bu şekilde mi işletilmektedir acaba? Dikkatlice incelendiğinde durum pek de öyle görünmüyor. Emlak piyasasında hem satış hem de kira bedellerini mülk sahiplerinin taleplerinden oluşan genel dinamik belirliyor. Özellikle de 2020 sonrasında bu kesimin beklentilerindeki aşırı yükselme kentlerde kiracı konumunda olanların, dar-gelirlilerin, 2022’den bu yana uygulanan ekonomik program gereği enflasyonun çok altında zam yapılarak açlık ve yoksulluk sınırlarına çekilen asgari ücretli ve emeklilerin yaşamını çok zorlarken mülk sahiplerini rahatlatan bu tablo toplumsal huzursuzluğu arttırıyor. Ancak bu durum ekonominin serbest işleyişi ile açıklanıyor ve çaresizce kabulleniliyor, şartlar zorlanıyor, borçlanma artıyor ve bu kiralar (yakın ve orta vadedeki yıkıcı sonuçları göze alınarak da olsa) bir şekilde ödeniyordu. Ne var ki kamu yararına devlet müdahalesinin, serbest olduğu iddia edilen (ve bu doğrultuda kutsallaştırılmış ama ‘kapitalist’ demekten özenle kaçınılan) ‘neo-liberal’ piyasanın işleyişine aykırı olduğundan teklif edilmesinin bile şiddetle kınandığı bir ortamda, devletin düpedüz piyasaya müdahale edebilmekte olduğunu görüyoruz. Ama bu müdahalenin sözde fahiş fiyatların önüne geçilmesi, üst limitlerin sınırlandırılması vs. gibi cazip ve popülist bir söylemle yola çıkmasına rağmen pratikteki işleyişi hiç de öyle değildir. Önceleri kira üst limitlerinin açıklanması, uyulmaması durumunda getirilecek cezai yaptırımların duyurulmasıyla başlayan fakat daha sonra bu sınırların gevşetilmesiyle seyreden rota, son kertede mahkemelere taşınan vakalardaki sayısal patlamayla birlikte, verilecek kararlarda bilirkişilik kurumuna önemli yetkiler verme noktasına ermiştir. Bir süredir, ‘emlak değerleme’ konusunda uzmanlaşmış eksperlerin ve bu alandaki bilirkişilerin (haydi hepsinin demeyelim de büyük çoğunluğunun diyelim...!) kentsel dönüşüm meselesinde ortaya çıkan ‘müteahhit-kat malikleri’ anlaşmazlıklarında takındıkları “müteahhit de taş mı yesin?” biçiminde, ya da özellikle kiracıların aşırı yükselen kiralarını düşürmek için mahkemelerde gösterdikleri gerekçeler karşısında da “böyle bir semtte otururken iyi, madem öyle orada da oturmayıver, o evden çık, tahliye et ve başka ucuz semte taşın, ev sahibin ne yapsın, taş mı yesin?” şeklinde alenen ifade ettikleri yaklaşım, üzerinde ürkütücü (ve sözde-hukuki) bir tablonun resmedileceği tuvalin astar boyasını sürmektedir. Bu altlık yetmezmişçesine, adliyelerdeki kira tespit davalarında nihai karara yönelik olarak yapay zekanın devreye sokulmasıyla birlikte düşürülmesi gereken kiraların spekülatif gayrimenkul rantı doğrultusunda (yani semtlerin lokasyon ve prestij değerine bağlı olarak) belirli bir düzeye çekilmeye başladığı gözlemlenebiliyor. Böylece kiraların kent genelinde çeper semtlerde görece düşürülmesi sağlanırken, merkez semtlerde ise aşırı şişkinliğinin makul kılınmasına olanak sunuluyor. Yapay zekanın tarafsızlık niteliğine dair haklı şüpheler bir yana, yapay zekânın küreselleşmiş bir sermayenin tekelinde olduğu gerçeği (Çetin, 2024), kentlerde (fiziki mekân üzerinden) zaten yürütülen mülksüzleştirme ve kamusal alan daraltması stratejilerine paralel bir yaklaşım yürütüleceğini haber veriyor. Bu bağlamda, yapay zekânın işletilmesi konusuna gelindiğinde ise fiilen görülen şudur ki; Davaya konu olan herhangi bir gayrimenkulün bulunduğu semt ve sokak üzerindeki piyasa değerlerinin ortalamasını alan yapay zekâ hazretleri, tekil ve gayrimenkule özgü özellikleri hesaba katmamayı tercih ediyor. Adliyede hakemliğine başvurulan ‘yapay zekâ’, dijital ortama geçirilebilmiş belge ve verileri tarayarak karar verme (sınırlı) kapasitesinden ötürü, sadece mevcut tapu kayıtları, emlak sitesi ilanları, sisteme girilmiş mevcut kira sözleşmeleri gibi hali-hazır durumu meşruiyet zemini olarak kabul eden bir çerçeveden bakarak, verilecek kira tespit kararlarını yönlendiriyor. Fakat, yapay zekâ, evlerin durumu, yıpranmışlığı, teknik sorunları, bakımsızlığı, konumsal ve yönlenme avantaj/dezavantajları vs. gibi kriterleri gözetmeksizin, kararlar verdiği yetmezmiş gibi, ayrıca kentin prestijli mekanlarında seçkin bir zümrenin ayrıcalıklı olarak, prestijli olmayan kesimlerinde ise dar gelirlilerin izole edilmesinin, sosyal sonuçlarına dair kriterleri gözetmeksizin kararlar veriyor. Adalet sisteminin en baştaki ‘piyasayı düzenlemek’ (güya kiracılar üzerindeki mülk sahibi tahakkümünden kaynaklanan mağduriyetleri giderebilmek) niyeti, gerek emlak değerleme uzmanı bilirkişiler gerekse yapay zekâ eliyle dönüp dolaşıp piyasadaki mevcut çarpıklığı meşru ve kalıcı kılacak bir hale evriliyor. Belki de yapay zekâ zaten bu amaçla kasıtlı olarak devreye sokuluyor. Yapay zekâ, insan hatasını bertaraf etmek amacıyla değil, insanın insanca değerlendirmeler yapıp adaletsizliğin önüne geçme, ihtimalini ortadan kaldırabilmek için, sermaye ve mülk transferi mekanizmasının olağan (piyasa) işleyişini güvence altına alabilmek için (ve adeta bunu gerçekleştirirken de ‘biz değil yapay zekâ yaptı’ diyebilmek için) özellikle tercih ediliyor. Diğer bir deyişle piyasayı kamu yararı yönünde dizginleme gücüne sahip devletin, bu iddiayla ve beyanla yola çıkıp, devletin de piyasaya hizmet ettiği bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. Dolayısıyla mevcut piyasa koşullarını, yani zaten piyasayı (yükselterek) belirleyen mülk sahiplerinin aşırı kira taleplerinin oluşturduğu genel rayiç bedelini (güya kararı insan faktöründen arındırılmış teknolojik bir bilirkişilik mekanizmasına teslim etmek suretiyle) tescil ederek yasal zeminde de sözde-meşrulaştıran bu yapay zekâ uygulaması yaklaşımı, adaletin piyasaya, sermayeye, mülk sahiplerinden oluşan azınlığın tekelciliğine icazet vermesi anlamına geliyor. Bunun doğrudan sonucu ise; ‘mekânda ve mekânla’ gerçekleşen büyük bir toplumsal ve özellikle de sınıfsal bir ayrışma, büyük kentlerin ve avantajlı semtlerin tamamıyla üst-orta sınıflarca ikamet edilmesi, yoksul alt-kesimlerin ya şehrin en dış çeperlerine itilerek buraların gettolaştırılması ve marjinalleştirilmesi, ya da tamamen kenti terk etmelerinin sağlanması, gibi olgularla tezahür eden bir “mekânsal ayrışma/kutuplaşma” tablosudur ki bu da toplumsal çatışmanın mekânsal zeminini hazırlayan en temel unsurdur. Dolayısıyla adalet, bugün ‘mülk transferinin’ temeli haline gelmiş; yargı sistemi eliyle ve özellikle de ‘emlak değerleme bilirkişiliği’ mekanizması aracılığıyla mekânsal ayrışmayı olağan, hatta daha keskin ve kalıcı kılmaya yönelik bir ortam oluşturulmuştur. Belki de o duvarlardaki yazılar (dürüstlük ya da fütursuzluğun açıkca beyanı adına) “adalet artık mülk gaspının temelidir” olarak değiştirilmelidir. REFERANS Çetin, M., 2024, Şahlar, Piyonlar ve (Meta)Kent; Totaliter Siyasetin Oyun Tahtası Olarak ‘Buharlaştırılan’ Kent Mekânı, Nika: Ankara.

MİMARLIK DOĞRUDAN İNSAN ÖLDÜRMEYE BAŞLADI... ARTIK BİRŞEY Mİ YAPMALI...? 9 Haziran 2025 [Manisa Bld. Bşk. Mimar Ferdi Zeyrek'in kaybının ardından....] Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) Bugün bir mimarı; genç, azimli ve fedakâr bir belediye başkanını yitirdik... hem de ne acıdır ki tabiri caizse pisi pisine... bir binanın çok basit teknik bir problemi yüzünden... Bu derin acıyı hissetmenin yanı sıra, bu üzüntü ve öfkeden bir an olsun sıyrılıp biraz düşününce son zamanlarda bu tür haberlerin ne kadar arttığına dikkat ettiniz mi...? Neden arttı acaba diye de düşündünüz mü...? birlikte düşünelim isterseniz...! Bir mimarlık kökenli belediye başkanı; Ferdi Zeyrek, tüm kentin/kentlinin meselelerine özveriyle koşturmaktan kendi mimari meselesine (ve onun teknik boyutuna) odaklanamamış, (bu yüzden kendi söküğünü dikememiş ve bu yüzden kendini feda etmiş) bir mimarın konutu, bu konuttaki havuz imalatı... 4,5 ay öncesinde ise Bolu’da yangın gerekliliklerini yerine getirmemiş, bu gerekliliklerin rant hırsıyla hiçe sayıldığı kapasitesinin tıka basa doldurulduğu ve bu doğrultuda mimarlığın tüm abidik-gubidik marifetlerinin sergilendiği ama insan yaşamına dair en temel gerekliliklerin göz ardı edildiği lüks bir otel... 9 yıl öncesinde Adana - Aladağ’da yine benzer şekilde (fakat başka politik ve ekonomik boyutları da olan) yangın tedbirlerinin alınmadığı bir yurt binası... Daha sayısız örnekler verilebilecek ama saçmalıklarla dolu haberler arasında eriyip gitmiş olan nice bina kusuru vakaları... Deprem(ler)’de gerekli standartları sağlamadığı için kitlesel olarak insan katleden binaları hiç saymıyorum bile... Mimarlık ve onun ürünü olan bina insanlar için yapılır. Bir zamanlar insanların kendi kadim bilgileriyle yapageldikleri ve içinde mutlu oldukları binaları yapma yeti ve yetkisini onlardan devralarak üstlenen mimar bunu unutmuş gibidir. Kimi zaman binayı yaptıran mülk sahibinin beklentileri, kimi zaman binayı inşa edecek sektörlerin dikte ettikleri, kimi ve çoğu zaman da kendini bir sanatçı, bir filozof, bir edebiyatçı, bir heykeltraş, bir grafiker olarak gören mimarın egosu, mimarisiyle özdeşleştirdiği; imgelem, anlam, söylem, felsefi manifesto, kuram, metafor, kavram veya konseptin belirlediği biçimsel dışavurum ile şekillenmeye başlamıştır mimarlık. Kuşkusuz bunlar çok anlamlı ve değerlidir. Ama ya kendisinden yeti ve yetkilerini mimar olarak devraldığımız insanların basit ve gündelik beklentileri...?! onlar epeydir biraz geri plana itilegelmişti. Ama geldiğimiz noktada, bu geri plana atılma ve göz ardı edilme eğilimi, tümden inkâr edilme aşamasına gelmiş ve hatta onlara doğrudan zarar vermeye (hem de ölümcül zararlar vermeye) başlamış görünüyor. “Mimarlık, (halkın kadim sağduyusundan damıtılan deyişle) ‘akmayan-kokmayan’ bina yapmanın ötesinde bir şeydir” yaklaşımı ve söylemi, bir binanın akmayan kokmayan bir bina olmaktan azade olmasını emreden bir söylem olmamalıdır. Evet, bir bina tarihsel, kültürel, zihinsel, felsefi bir kapsam ve derinlik kuşkusuz ki içermelidir; ama kimse kusura bakmasın, bir mimarın tasarladığı bina da (bir zahmet) akmayacak, kokmayacak, yanmayacak, çarpmayacak, tepemize yıkılmayacak... hele bizi asla öldürmeyecek... İşte ne yazık ki o cazip söylem, bu teknik ve maddesel temelin veya gündelik yaşam zemininin üzerine inşa edilmesi gerektiğine dair özünden uzaklaşmış, sanki bu fiziki temelin veya sıradan gündelik yaşam zeminin toptan göz ardı edilmesine, önemsizleştirilmesine yönelmiştir. Sırası geldiğinde Lefebvre’in ‘gündelik yaşam’ ve mimarlık ilişkisinden (sadece) ‘felsefi’ ve ‘soyut’ düzlemde dem vuran mimarlık camiası, bu reçetenin felsefe kısmını alıp gerçek, somut, gündelik yaşam kısmını kapsam dışında bırakmayı tercih etmiş görünür. Çizilen bir bina bileşeni, parçası, köşesi, bitişi vs.; usta ve işçi tarafından nasıl imal edilecek, evin kullanıcısı burayı nasıl temizleyecek, ev su sızdıracak mı, nem alacak ve rutubetlenecek mi, iyi havalanabilecek mi, iyi ve doğru doğal ışık alınabilecek mi, sağlıklı yaşam koşulları oluşabilecek mi, yaşlı annem, teyzem, amcam rahat hareket edebilecek mi, engelli çocuğumun, yeğenimin zaten zor olan hayatı bina yüzünden daha da zorlaşacak mı, en ufak kazada doğacak yangından içindekileri öldürecek mi, tesisatı düzgün işleyip hijyeni sağlayacak mı, elektrik tesisatı en ufak problemde içinde yaşayanları çarpıp öldürecek mi, mimari tasarımdaki en temel ilkeler, bilgiler, ölçülerin yerine getirilmemesi yüzünden doğacak aksaklıklardan, rahatsızlıklardan, insanlar arası yaşanacak sorunlardan dolayı bu bina mutsuzluk kaynağı olacak mı; al sana gündelik hayat ve mimarlık...! Ama yok; “Lefebvre ‘gündelik yaşam’ derken bunlardan bahsetmiyor[dur] canım... Başka daha soyut ve kavramsal bir konudan söz ediyor[dur]. Bun sayılanlar başka şeyler[dir]...” Bunların dile getirildiğinde mimarların kulağına “başka şeyler” gibi gelmesinin temel sebebi; sıradan insanlardan oluşan ve mimarlığın muhatabı olan, sırası geldiğinde bu binalar yüzünden ölen geniş kitlelerin gündelik hayatlarının, mimarların gündelik hayatından çok farklı olması olabilir mi...?! Sonuçta, bu çok temel konular adeta o yüce mimarlık tanımının kapsamına yakışmayan bayağı meşgaleler olarak addedilmeye başlanmıştır. Mimarlar çok daha sofistike derin ve ulvi konularla uğraşırken, bu çok insani konular sanki başka birilerinin çözeceği, çözmesi gereken ıvır zıvır meseleler olarak algılanmaya ve algılatılmaya başlamıştır. O yüzdendir ki bina etmeye yönelik konu başlıkları, mimarlık eğitimi müfredatlarında kapsamı giderek azaltılan, proje stüdyolarında önem sırası çok aşağılara indirilen, proje kritikleri ve değerlendirme jürilerinde mimari proje önerilerinin fikri ve kavramsal boyutları saatlerce tartışılır ve uzun uzadıya değerlendirilirken, bu tür konulara artık dikkat dahi edilmeyen, dikkat edenlerin ise "yahu bu da nelerle uğraşıyor" denilerek dudak büküldüğü, göz devrildiği, burun kıvırıldığı, dolayısıyla herkesin bu temel teknik meselelerin nasıl yapılacağını, nasıl çözüleceğini gün be gün daha da çok unutageldiği bir mimarlık eğitimi ortamı hakim kılınmıştır. Tasarlanan binanın bir köşe bucağında bir usta bir işçi bir imalatı bir montajı nasıl yapabilecek elini kolunu aletini edevatını nasıl kullanacak ve hareket ettirecek, o köşe bucak nasıl temizlenecek nasıl bakımı yapılacak, bir bina bileşeni bir başka yapı elemanına nasıl tutunup monte edilecek, bu işler hangi sırayla yapılacak, nasıl doğru ve hatasız yapılacak ki o bina akmayacak, kokmayacak, yanmayacak, yıkılmayacak, gibi soruları artık tekrar sormaya başlamanın zamanı gelmedi mi...? Yoksa bunca olup bitene rağmen, bunlar hala dinazorların, boomerların, dar ve eski kafalıların, vizyonsuzların, ‘old-school’ların sorduğu zavallı sorular mı...?! "Of bu yapı kürsüsü (ana bilim dalı) de binayı sadece yapı malzeme ve tekniklerinden ibaret bir şey olarak görüyor canım; ne kadar demode bir kafa bu...!" söyleminin tüm bu olup bitenlerde bir nebze de olsa payı olduğunu düşünmek neden kimsenin aklından geçmiyor...?! Aklımızdan geçerse, kazara dile filan getirirsek bir sorumluluk falan doğabilir; o yüzden sonuna kadar inkâr ve daima hedef şaşırtma taktiğini uygulayalım gibi bir düşünceden olabilir mi acaba...?! Yoksa gerçek bir körlük müdür bu...?! Doğrusu bu körlük mimarlık kariyerinin erken aşamalarında yaşanabilir... bu olur, olmuştur ve ileride de olacaktır. Mimarlığın kuramsal tarafının verdiği keyif, düşünsel zenginlik, verdiği ufuk, hepimizi bu tuzağın içine vaktiyle çekmiştir. Önemli olan bundan çabuk sıyrılabilmek, kuram ve pratik dengesini bulabilmek ve hepsinden önemlisi bu tuzağın tekilleşmesine ve kurumsallaşmasına engel olabilmektir. Mimarlık kuramına verdiği ağırlık ile bilinen bir mimarlık okulu olan ODTÜ’deki eğitim(im)de bu evreleri yaşarken, bir yandan (o dönemin) Jale Erzen, Aydan Balamir, Necdet Teymur, Ali Cengizkan, Enis Kortan, Yıldırım Yavuz, Bozkurt Güvenç, Chris Abel vs. gibi isimlerden mimarlığın tarihsel, kuramsal, felsefi ve edebi yönlerini derinlemesine öğrenmiş olmak; diğer yandan (yine o dönemdeki) Kemal Aran gibi isimlerden mimarlığın hem kuramsal hem pratik yönünün nasıl entegre edileceğini, Feyyaz Erpi, Fahrettin Tolun, Alaaddin Egemen gibi isimlerden peyzaj ve basit bina uygulamalarını detay düzeyindeki temel bilgilerini, bunların çizimle ifade tekniklerinin hassas ilkelerini, Mustafa Pultar gibi isimlerden yapı sistemlerinin taşıyıcı sistemlerin nasıl işlediğinin özünü, Eşber Yolal gibi isimlerden malzemelerin doğasını ve geçirdikleri süreçleri, Önder Seren gibi isimlerden uygulamanın ve detayların önemini bunların nasıl çözülüp çizileceğini, Mehmet Çalışkan gibi akustiğin önemli isimlerinden sesin nasıl davrandığını, Aykut Kazancı gibi isimlerden sıhhi ve mekanik bina tesisatlarının nasıl işlediğini, Ergin Atımtay, Erhan Karaesmen gibi inşaat mühendisliği bölümünün efsane isimlerinden statiğin ve betonarmenin nasıl çalıştığına dair hem mantığı ve hem hesaplama yöntemlerini, Gönül Evyapan, Baykan Günay ve Raci Bademli gibi isimlerden kentleşme ve bina ilişkisi arasındaki meselenin toplumsal özünü, Emre Madran, Ayşıl Yavuz, Neriman Şahin, Gül Asatekin gibi isimlerden mevcut yapıların korunmasının, yenilenmesinin, onarımının, güçlendirilmelerinin, restorasyonunun, sürdürülebilirliğinin önemini, ilkelerini ve emek yoğun yöntemlerini, saymayı unutmuş olabileceğim daha pek çok değerli ismin sundukları bilgi, görgü, beceri, tecrübeyi ve ilkeli duruşu öğrenebilmiş olmak, İngiltere’de doktora sırasında katıldığın asistanlık döneminde de eşlik etme fırsatı bulduğum stüdyo hocalarının bu dengeyi nasıl kurduklarını izleyebilmiş olmak, bu dengenin kurulabilmesi için gerekli insan ve eğitimci vasıflarının temel niteliklerini de insana öğretiyor. Kıymetlerini ve hem eğitimimde hem kariyerimde hem de pratiğimdeki olağanüstü etkilerini zaman geçtikçe daha iyi anladığım bu isimleri bugün anmak ve günümüzün akademisyenlerine, hocalarına onlar gibi anılabilmeyi dilemek için bu satırları eklemeyi bir borç biliyorum. Onların eğitimciliği ve bu teori-pratik dengesini kurabilen ODTÜ Mimarlık kurumsal yapısı içerisinde tüm bu olup bitenlerin, bu mesleği icra eden biri olarak benim şahsi sorumluluğum olduğu bilinciyle derin ızdırap duyuyorum. Hatta tüm mesleki ve akademik kariyerimde bütün bunlara (kendi şahsi kayıplarım pahasına) aşırı özen göstermiş olmama ve vicdanen rahat olmama rağmen, sırf adı bu şekilde kirlenen (çok severek kendimi adadığım) mesleğin mensubu olmaktan dolayı artık utanıyorum bile. İşin ilginç tarafı; tüm bu olayların doğrudan bina ile, yapı ile (dolayısıyla mimarlık ile) ilişkili olduğu çok bariz olmasına rağmen, bugünkü mimarlık ortam ve camiasının tüm bu fecaatlerden zerre kadar kendine pay çıkarmayışı, bırakalım pişmanlığı, en ufak üzüntü ve sorumluluk duymayışı ve tüm pişkinliğiyle bu konuları her şeyde olduğu gibi çok-bilir bir eda ile tartışması, kendinden başka her kişi kurum ve süreci eleştirerek sorumlu tutması ve de aslında neler yapılması gerektiğini, mimarlığın ve mimarların önemini, mimarlara daha çok yetki ve iş verilmesi gerektiğini anlatıp durmalarına ne demelidir...?! Sanki bu felaketleri mimarlar yapmamış, mimarlar içinde rol oynamamış, (hadi diyelim ki doğrudan yer almamışlar ama) eninde sonunda, mecburen, bunlardan bir kısmı bu işlere, bir noktada imza atıp onay vermemişçesine zeytinyağı gibi su üstüne çıkmaya cüret etmeye ne demek gerekir...?! Yani bina yapmaya dair en ufak bir fikri olmamış, çok daha ‘yüce’ konularla uğraşmaktan bu söylemde-bayağı işler konusunda hiçbir bilgi edinmemiş, ama buna rağmen o havalı, şatafatlı, itibarlı “mimar” unvanını tüm kifayetsizliklerine ve liyakatsizliklerine rağmen alabilmiş, sözde yetkin ve yetkili bu uzmanımsılar, çatır çatır bina yapabilirken ya da hiç değilse başkalarının yaptıklarına mimar olarak imza atabilirken; bu olup bitenlere şaşırmak, bu acı sonuçlardan dolayı başkalarını suçlamak, (başta müteahhitleri olmak üzere {ki evet onlar da suçsuz değildir}) onları kınamak ve hala (artık nasıl bir bilinçsizlik/şuursuzluk hakim ise) kendilerinin bu dertlere deva olabileceğini düşünerek bu konularda tartışmak, etkinlikler, paneller, oturumlar, programlar, röportajlar düzenleyip buralarda boy göstermek ve ahkam kesmek de nedir...?! Bunca kifayetsizlikle mezun edilen, bir filozof veya bir edebiyatçı ya da bir reklamcı/grafiker edasıyla tam lisanslı diplomalar verilip yapı ve emlak sektörünün yarattığı büyük denizin azgın sularına yüzme bilmeden atılıveren mimarların, bu sektörlerin insanı göz ardı eden işleyişine (büyük ihtimalle kasıtlı olarak) köle edildiklerini anlamak için daha ne olması gerekiyor...?! Biraz olsun durup kendini, mesleğini, kurumsallaşmasını, kitlesel yozlaşmasını, (olayların içeriğine biraz olsun bakıp) kendi yetkinliklerini, eksikliklerini ve bunlara neden olan sistemsel tercihleri sorgulamaksızın, tüm bu felaketlerin teflon tava gibi üzerimizden kayıp gidebilmesini vicdanlarımız sızlamadan kabullenebilmek nasıl bir genişliktir...?! ‘Pes’ dedirtecek türden bir yüzsüzlük örneği.... Bu havalı söylemlerin ve yönelimlerin mimarlık (özellikle de eğitimi) ortamında hâkim kılınmaya başladığı son 15-20 yılın sonunda, artık gözle görülür sonuçlar gösteriyor ki; mimarlık bilfiil, (hukuktaki tanımında olduğu gibi; dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı bir kusurlu davranış ile aslen öngörülebilir nitelikte bir neticenin “öngörülemeyerek” gerçekleşmesi suretiyle) taksirle veya hatta (binalar iyi kötü bir tür tasarım ve planlama sonucu gerçekleştiğinden ötürü) taammüden adam öldürmeye başlamış bulunuyor... Mimarlık, maşası olarak hizmet ettiği vahşi sistemin tetikçilik suçunun ifşa olması durumuyla karşılaşıyor... Henüz suçu inkar aşamasında ama bu tür büyük suçlarda tetikçiler yani ‘katil zanlıları’ azmettiricilerce feda edilir ve onların yerine bedel ödemek durumunda kalıverir. O küçümsediğimiz, yapısal, teknik meseleler, mimarlığın insana doğrudan dokunan yüzü... Bu yüzden, o bir süredir itibarsızlaştırdığımız konulara tekrar dönmek, özellikle de lüks yapılaşma, ithal malzeme ve teknoloji fetişizmiyle mimari tasarım yapıldığı sahte refah dönemlerinin bitip, dünyanın en fakir, en adaletsiz, pek çok açıdan en ilkel ülkeleri arasında yer almaya başladığımız ve yakın geleceğin de pek parlak görünmediği bir ortamda ve dönemde, bir zorunluluk halini alıyor. Mimarlığın, icrasının ve yarattığı problemlerin de pek çok şey gibi sınıfsal olduğunu anlamak, kabul etmek gerekiyor. Artık bir şeyler yapma zamanı geldi de çoktan geçiyor bile...

TOPYEKUN ÇÖKÜŞ, UMUTSUZLUK, UMARSIZLIK VE YILGINLIK İKLİMİNDE MİMARLIĞIN AHVAL VE ŞERAİTİ… 16 Haziran 2025 [Ülke ortamından ardışık haberler ve yarattığı iç daralması halinin ardından...] Prof.Dr. Murat ÇETİN (Mimar, Emekli Öğr. Üyesi) Günümüz toplumunda mimarlığın durumu, etkisi, gücü veya rolü üzerine pek çok akademik yazı yazılmış ve mesleki görüş bildirilmiştir. Ancak günümüz toplumunun niteliklerini daha yalın, sıradan ve gündelik bir dilde tanımlayarak bu konuya bakıldığında, “mimarlığın bugünkü hali (ahval ve şeraiti) nicedir…?” diye sorulduğunda nesnellikle, dürüstlükle, samimiyetle ve açıklıkla cevaplamaya çalışırken şunlar akla geliyor: Barınma güdüsü ve yerleşme ihtiyacı gibi temel dürtülerin de ötesinde, heyecanla, tutkuyla (ve hatta bir tür aşkla) icra edilen bir insani çaba olan mimarlık ve onun ürünü olan kentsel-mimari mekanlar bütünü, insanlığa, onun onuruna, onun yaşam kalitesine dair beklentiler, umutlar ve inançlar toplamının bir parçası ve sonucu olarak ortaya çıkar. Toplumun üzerine yoğun ve ağır bir sis bulutu gibi çökmüş olan olumsuzluklar da kuşkusuz ki bu organik bağıntıyı, bu doğrudan ilişkiyi etkiler. Yukarıdaki ana soruya bazı alt sorularla yanıt verelim; Kadim barınma ve yerleşme bilgisine ve bu bilgiden türeyen tecrübe külliyatına dayanan mimarlık, bugün topluma hâkim kılınan yalnızca bilgisizlik, liyakatsizlik, kifayetsizlik, yozlaşmışlık ortamında değil, bunun üzerine eklenen umutsuzluk, yılgınlık ve umursamazlık ikliminde nasıl hayata geçebilir? Emeğe, özene, çabaya dayanan mimarlığın, emeğin alenen sömürüldüğü, kıymetsizleştirildiği, emekçi olmanın köleleşme ile özdeşleşmeye başladığı bir ortamda geçerliliği olası mıdır? Kuralsızlığın (her anlamda, her mecrada, her seviyede) meşrulaştırıldığı, normlaştırıldığı, teşvik edildiği bir ortamda, temelinde kural-tabanlı, konvansiyonlara, geleneklere, tipolojilere ve bunlardan oluşan külliyata dayanan mimarlık ne kadar hakkıyla yürütülebilir?. Detaylara yönelik hassasiyet, mükemmeliyetçilik, sofistike düşünmeye dayanan mimarlık, mevcut sabırsızlık, dikkat ve yoğunlaşma eksikliği, hazır ürün ve şablonlaşmış öge kullanımı/tüketimi ortamında yapılabilir mi? İlgi, merak, araştırma, yorumlama, derinlik, yaratıcılık gibi niteliklere, sabır, sebat, azim, disiplin gibi özelliklere dayanan mimarlık, halihazırdaki bu kayıtsızlık, sabırsızlık, yüzeysellik, disiplinsizlik ve sistemsizlik ortamında hakkıyla yapılabilir bir uğraş mıdır? Özünde dayanışma, katılımcılık ve kolektivizme dayalı mimarlık, bireyselliğin körüklendiği, bir aradalığın ve toplumsal temasların kısıtlandığı hatta neredeyse yasaklandığı, ispiyonculuk, itirafçılık/iftiracılığın teşvik edildiği, mevcut ortamda ne derece yapılabilir? Geleceğe dair umut ve güvenden beslenen mimarlık, mevcut güvensizlik ve özellikle de güvencesizlik ortamında; aşırı artan işsizlik oranı, açlık / yoksulluk sınırlarının altında kalan asgari ücret, sosyal güvenlik sistemi ve koşulları gelir dağılımı (uçurumu) ve yarattığı kutuplaşma, refah paylaşımı, mülk adaleti, sosyal ve mekânsal adalet, yargı bağımsızlığı ve güveni/güvencesi gibi kriterler açısından yerlerde sürünen bir ortamda ne kadar anlamlıdır? İnsanoğlunun iyi çevrelerde yaşamasının önemine, getireceği farklara, toplumsal düzene ve uzlaşıya katkılarına dair tüm inançlarını yitirmişken, doğrusu ne mimarlar, ne akademisyenler ne de mimar adayı öğrenciler mimarlığın hakkını verebilirler. Bir dizi soru daha soralım; Her gün, belirli çıkar çevrelerine, çetelere, mafyalara, tekellere değil de, kamuya hizmet eden ve hakkı / hukuku gözeten veya en doğal toplumsal, kamusal, anayasal, hukuki ve insani haklarını kullanan masum insanların gözaltılar, tutukluluklar, davalar, tehditler, şantajlar, (sözlü ve fiziksel) saldırılar, itibarsızlaştırmalar, linçler, iftiralar vs ile karşılaştığı bir toplumda, özünde toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir mimarlık edimi ne kadar peşinden koşulası bir uğraşı olarak kalabilir? Her yeni bir günde, dar gelirlinin bir yandan gelirlerinin azaltılıp diğer yandan vergilerinin arttırıldığı, ama en zengin kesimlerin her tür avantaj, muafiyet vs. kazanımları edindiği, mülk ve sermaye transferinin alenen gerçekleştiği bir toplumda, özünde toplumun iç huzuruna da katkı sağlamaya yönelik olan mimarlık edimi ne kadar var olabilir? Her geçen gün, siyasi ve ekonomik erkin; baskıyı, zulümü, şiddeti, kitlesel kontrolü, toplu denetimi, tahakkümü ve cezalandırma mekanizmalarını artırarak uyguladığı bir atmosferde, temelinde toplumun özgürce yaşamasına da yönelik olan mimarlık edimi ne kadar etkin olabilir? Gün-be-gün, demokratik alanın daraltıldığı, protesto, gösteri, yürüyüş, itiraz, basın açıklaması, fikir ve görüş beyanı ve hatta seçme / seçilme haklarının dahi ihlal edildiği; sendikalaşma, örgütlenme ve grev haklarının çeşitli yollarla engellendiği; gizli istihbarat, fişleme uygulamalarının yaygınlaştığı ve buna bağlı olarak da ayrımcılığın, cemaatçiliğin, kayırmacılığın arttığı; yolsuzluğun, usulsüzlüğün, dolandırıcılığın ayyuka çıktığı; adi suçların, her tür ve özellikle kadına şiddetin yükseldiği; ırkçılık söylemlerinin tırmandığı, muhafazakarlığın yükseldiği bir iklimde, esasında toplumsal özgürlüğün mekânsal aracı da olan mimarlık kendine ne kadar yer bulabilir? Sanayinin, endüstriyel üretimin, yaratıcı endüstrilerin, katma değer üretiminin giderek yok olmakla kalmadığı, toplumun çoğunluğunun spekülatif (hatta kolay ve kimi zaman haksız) kazanç peşinde koştuğu, buna zorunlu bırakıldığı, gelir adaletinin ayaklar altına alındığı, kaynakların eşit paylaşımının akıllara dahi gelemediği, emeğin ve emekçinin üretimden emekleri karşılığında alacağı payın hiçe sayıldığı bir çalışma hayatı ortamında, emeğe dayalı bir meşgale olan mimarlık ne kadar hakkıyla icra edilebilir? Doğal afetlerde kendi kaderiyle, fıtratıyla baş başa bırakılması, ölüme terkedilmesi, zararlarının karşılanmaması (hatta mecburen/zorla borçlandırılması) bir yana, bunun bir felaket ekonomisi fırsatçılığı ile yine zengin ve üst kesimlere gelir ve rant kapısı haline dönüştürüldüğü; üstelik, bu tür doğal felaketler veya terör, dış güçler, belirli lobiler ve hayali düşmanlar yaratılmak suretiyle korku imparatorluğu ve onun türevi olan şok doktrininin rejimin ve yönetimlerin genel karakterini oluşturduğu bir bağlamda, insanların güvenli yaşam, barınma, yerleşme gereksinimlerini garanti altına almaya da yönelik bir faaliyet olan mimarlık ne kadar inandırıcı olabilir? Tüm bu sorulara verilecek bariz yanıtlar, mimarlığın anlamsız ve kadük hale geldiğini tescil eder niteliktedir. Bırakalım mimarlığı yaşamanın bile anlamsızlaştığı (ki yaşam sevinciyle hayata bağlılıkla mimarlık doğrudan ilintilidir) bir ortamda, gündelik hayatın çoraklaştırıldığı bir iklimde, hayatın çeşitli tadlarına, keyiflerine kapılar aralayan mimarlık edimi sahneyi terk etmek zorunda kalmıştır. Böylesi yıldırıcı bir iklimde, ister istemez mimarlık da, kaçınılmaz olarak mimarlık eğitimi de, mimarlığın yukarıda sayılan özünden farklı alanlara yönelmek durumunda kalır. Mimarlık camiası da kendi fanusunda, akvaryumunda, sırça köşkünde izole biçimde yaşamak durumunda kalır ki mimarlığın mevcut durumu da budur. Eninde sonunda, etrafımızı saran fiziki çevremiz de, kentsel/kamusal mekanlarımız da, bireysel mekanlarımız ve konutlarımız da; kent suçları, aşırı yoğunlaşma, doğadan kopuş, dış ortak mekanlardan mahrumiyet, kamusal alan gaspı, kapalı ve güvenlik denetimli paralı mekanlara zorla (tabi ki maddi imkanlar elveriyorsa) mahkûmiyet, vasatlık, monotonluk, kimliksizlik, gibi nitelik(sizlik)leriyle tezahür ederler ve bu toplumsal çöküşün, derin karanlığın somutlaşması, kristalleşmeleri olarak karşımıza çıkarlar. Ama Titanik batarken (içinde beraber bulunduğumuz iddia edilen) geminin kıç kısmındaki zengin yolcu/müşterilere çalmaya devam eden müzisyenlere benzetilebilecek günümüz mimarlar camiası da, geminin battığı gerçeğiyle ancak su seviyesi dizlerini aşınca yüzleşecek gibi bir tablo çizerler. Günümüz mimarlık camiası, içine kısıldıkları cendereyi ancak görmezden gelerek elde edeceklerini sandıkları sahte-kurtulmuşuk hissiyle, küçük-burjuvalık yanılsamasıyla ve tipik bir lümpen/prekarya refleksiyle; felsefe, kuram, fantezi, popülizm ve elitizm denizlerine yelken açmış, gerçeklikten kopuk ve farkında olmadan kendi kaçınılmaz sonlarını bekler haldeler. Bütün bu sosyal, ekonomik, politik, ideolojik sorunlar yokmuş gibi, bambaşka ideal bir ortamda hatta belki de uzay boşluğunda mimarlığı (belirli bir zümre ve ek olarak sadece kendi entelektüel tatminleri için veya bu yolla nemalanmaları uğruna) yapmaya çalışmak, kaçınılmaz sonu ertelemeyeceği gibi aslında hızlandıracaktır. Açıkçası, hem camia, hem örgütlenme, hem de bir bilgi alanı olarak mimarlık, toplumsal meselelerle uğraşmaktan imtina eder, toplumsal konuları ve gerçeklikleri küçümser ise “mimarlık da ne hale geldi yahu” diye şikâyet etme hakkını yitirir. Sağlıklı işleyen, sistemli, öngörülebilir, şeffaf, hesap sorulabilir, eleştirilebilir, düzeltilebilir, değiştirilebilir, adil, umutlu, heyecanlı, geleceğe dair inançlı, katılımcı bir sosyal düzen ve toplumsal uzlaşı arayışı / mücadelesi, mimarlık faaliyetinden farklı bir mesele değil. Öncelikle vatandaş, yurttaş ve halkın bir parçası olarak (her bir bireyin, aslında birer emekçi sınıf mensubu da olan her bir meslek erbabının olduğu gibi), ama buna paralel şekilde ‘mimar’ olarak ve mimarlığın araç ve aygıtlarıyla toplumu düzeltmek için çabalamak, mimarlığın tek çaresi gibi görünüyor.

bottom of page